30 Aralık 2012 Pazar

Son Osmanlı Kedisi Ustura Pişik

Merhaba Ben Son Osmanlı Kedisi Ustura Pişik,
Beni çoğunuz tanırsınız, ekseriyetle Van Kedisi ve memleketimde bana  pişik derlermiş.
 
Özgürlüğüme çok düşkün olduğumu söylerler. Öyleyimdir çok şükür...
 
Dedem ve Kardeşi Pamuk halamın Hikayesi  uzundur ama rahmetli dedemin ağzından anlatayım azıcık; 
 
"Kardeşim Pamuk esir düşmüştü. Osmanlı Sarayında Padişahın kızı Ayşe Sultanın yanındaydı.
 
Padişah kardeşimi görür görmez çok beğenmiş ve Ayşe Sultan'dan istemiş, Ayşe Sultanda kardeşimi Padişaha hediye etmiş.
 
Kardeşim sarayın bahçesinde gördüğü bir kediyle bana taa Van'a haber miyavladı ve dört patiye soluğu İstanbul'da aldım.
 
Padişahı sürgüne yolladılar yanında Pamuk'uda götürdü gizliden bende bindim gemiye."
 
Kölelik maceramız böyle başlamış işte. 
 
Daha sonraları çok sıkıntı çekmedik zaten, Van'dan bir çok akrabamızı kaçırıp Avrupa'ya getiriyorlardı.  
 
Türümüzün adına bir kulüpte kurdular. İnanın insana bizim kadar değer vermiyorlar ha...
 
Van Balığının kokusuna, horhorun gürültüsüne, sobanın sıcağına, gölün o mavi sularına, Pamuk halam anlattıkça hasret kaldık hasret.
 
Size sitemim var hemşerilerim, bizi oralarda rahat bırakmadınız. Özgürlüğüne çok düşkündür dediniz ama biz gurbet ellere düşdük. 
 
Duydum ki memlekette bizi korumak için başka çare kalmamış bir mapushane yapmışlar. 
 
Memleketimin sokaklarında özgürce dolaşamıyormuş artık kuzenlerim. 
 
Canınız sağolsun rahat edin buralarda oradan daha özgürüz, karışanda yok satmak için kaçıranda... 
 
Size kendimden bahsetmeyi unutmayayım. Her ne kadar İngiltere'de doğup büyümüş olsamda Osmanlı kedisiyim.
 
Öyle nazlı, kaprisli kedilere benzemem. Nara atarcasına miyavlar, Osmanlı tokatı gibi patiyi indirdimmi adamı yere sererim, tırnağım da ustura gibidir, namım oradan gelir.
 
 Şiddete aşina değilim ama haksızlığa, hukuksuzluğa da gelemem.
 
Haksızlık, hukusuzluk demişken Ankara Büyükşehir Belediyesi almış benim fessiz fotoğrafımı yapmış kendine logo. Ankara Kedisi bir ahbabım vardı. Biz ona Seymen Pişik derdik. Kahramandı, mertti. O bile sinirlendi Ankara nere Van nere diyerek.
 
Bize sahip çıkamadınız bari namımıza sahip çıkın.
 
Yakında memlekete dönüyorum haberiniz ola, kuzenlerime, yeğenlerime haber saldım, memlekette Hür Pişik Fırkasını kurup özgürlük mücadelesi vermek niyetindeyiz.   
 
Bendenizde Cumhuriyetle henüz tanışmamış gurbetteki hemşeriniz Son Osmanlı Kedisi Ustura Pişik olarak sürcü lisan eylediysem affola.
 Bize uzun yıllardır ev sahipliği yapan İngiltere'deki Turkish Van Cat Club'da 2013 yılını fesli vesikalık fotoğrafımı kullanarak kutluyor, haberiniz ola, yeni yılınızda kutlu ola.
 
Miyav...
 

 

 
 
 
 

29 Aralık 2012 Cumartesi

1994 Van Uçak Kazası



Geçenlerde uydu yönlendirmesiyle Van Ferit Melen Havalimanına Gece Uçuşları başlatıldı. Bu haberleri takip ederken aklıma bundan tam 18 yıl önce 29 Aralık 1994'te şu anki Edremit Tokilerine çok yakın olan kale mevkiine çakılan THY'nin 278 Sefer sayılı uçuşunu yapan Mersin adlı uçak geldi.

Bu uçak kazasında 57 kişi hayatını kaybetti. Pilotaj hatasından kaynaklanan kazadan bugüne kadar Van'da havalanı konum olarak değiştirilmese dahi tedbirler arttırıldı. Ulaştırma Bakanı '2002 yıl sonunda Van'a gelen yolcu sayısı 127 bin iken bu sayı 2011'de 1 milyon 56 bine çıkmış olduğunu geçtiğimiz günlerde bizlerle paylaşıyordu.

Aslına bakacak olursak yolcu sayısı son on yılda  10 katına çıkmış olmasına rağmen Hava alanı hizmet kalitesi ve fiziki koşullarıyla bu talep artışının gerisinde kalmaktan bir türlü kurtulamıyor.

Yeni bir havaalanını tartışma fikri şimdilik bir kenarda dursun ancak Van'da yaşanan kaza Bir Boeing 737-400'ün karıştığı 2., Türk Hava Yolları'nın geçmişindeki 5. büyük kazadır. Yani Dünya ve Ulusal Havacılık tarihinde yer almış bir kazadır.

Bugün Batı toplumları anıtlarla ve müzelerle geçmişlerinde yer alan olayları yerel , ulusal ayrımı gözetmeksizin diri tutmaktadırlar. Bizdeki Zeve  Anıtını birçoğumuz bilmeyiz ama mesela Ermenistandaki "Soykırım" anıtını bilmeyenlerimiz yoktur.

Bugün üst kısmında TOKİ'ler altında Kamu kurumları, lüks konutlar, okullar yükselen Mersin Uçağının düştüğü mevkii bomboş olarak duruyor. Bir batı  veya gelişmiş bir uzak doğu ülkesinde benzeri bir olay yaşanmış olsaydı şimdi orada bir anıt park yükselmiş olacaktı.

29 Aralık 1994 günü Van'da olanlar  çok iyi bilirki Jandarmanın yolu kapatmasına ve yağan kara rağmen kazayı duyan Vanlılar jandarma barikatlarını arabalarıyla aşarak o yağışa rağmen koşarak o dağa tırmandılar. Soğuğa ve kara  rağmen yıkılan eski devlet hastanesinin önündeki kan verme kuyruğuna şahit olmuşluğum var.

Şimdi hepsi geride kaldı, ölenler öldü yaşayanlarsa hala hayatını devam ettiriyor. Ölenlere rahmet, yaşayanlarada can sağlığı dilemek en güzeli.  Umarım günün birinde oraya bu elim kazayı ve o dönemde Vanlıların ve Türkiye'nin yine Van için tek yürek olduğunu unutturmayacak bir anıt park yapılır.

Aşağıda O günkü kazayı özetleyen bir metin var, şimdilik esen kalın...

"29 Aralık 1994 günü Boeing 737-400 tipi Mersin adlı THY uçağı Ankara-Van seferini yapmak üzere 7 mürettebat ve 69 yolcuyla saat 13:52'de (TSİ) Esenboğa Uluslararası Havalimanı'ndan havalandı. Sis ve tipi nedeniyle görüş mesafesinin azalması ve inişin riskli hale gelmesiyle Van Hava trafik kontrolün yaptığı Ankara'ya dönme çağrısı kaptan pilot Adem Ungun tarafından reddedildi. Kararında ısrarlı olan kaptan pilot Adem Uygun iki iniş denemesinden sonra üçüncü bir girişimde daha bulundu. En son saat 15:30'da iletişim kurulan uçak Van'a 13 km mesafede Kale Tepesi mevkiine düştü.
Kazada uçakta bulunan 76 kişiden 5'i mürettebat toplam 57'si yaşamını yitirdi."*

*http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_Hava_Yollar%C4%B1'n%C4%B1n_278_sefer_say%C4%B1l%C4%B1_u%C3%A7u%C5%9Fu


    

18 Kasım 2012 Pazar

EDEP YA HU!




EDEP YA HU!

En kuytu yerinde gecenin,
Yola düşmek zamanı…


Prangalardan arınmış düşlerin
Umuda büründüğü saatlerde
Fırtınalardan arta kalan çamurda
İnsan benliğini arayanların
Şizofren kelimelerle buluşmasının zamanı…


Yürümekle beraber emekleyen
Koşarken aslında durmayı becerebilen
Ormana düşünce,
İnsan kalmak için direnen
Vahşi bir çığlığın
Medeniyete bürünmüş yerinde
Dalından koparak
Cennetten doğan suyla gelen
Yurdundan Irak o meyvenin
 Hamlığının unutulmuşluğunun zamanı..


Nefsine yenik düşen dervişin
Dergahında izzet bekleyen şeyhin
Nefesinden aşk dökülen fakirin
Dilinden HU,
Yüreğinden HU,  
Zihninden HU dökülen garibin,
Emeğinden ter damlayan işçinin,
Diktatörün, zorbanın ve zalimin
Nefretin karanlığına yenik düşenlerin,
Haramdan medet, medetten hayır umanların,
Hep birlikte buyurun;

EDEP YA HU! deme zamanı…









En az KENDİN Kadar, KENTİNE Sahip Çık!




En az KENDİN Kadar, KENTİNE Sahip Çık!

TEKEL Binasıyla ilgili önemli gelişmeler;







Sosyal Medya ve Medyadaki TEKEL Binası Yıkılmasın çağrımıza Van Ticaret Borsası Feridun IRAK'tan konuyu Ekonomi Konseyinin gündemine taşıyacaklarına dair önemli bir destek geldi.

Bir diğer önemli destek ise Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Peyami Battal'dan.
Sayın Rektörümüzle yaptığımız telefon görüşmesi neticesinde bundan bir kaç sene önce kendisinin Genel Sekreter olduğu dönemde TEKEL binasının kamusal kullanım için üniversitemize bağlanması yönünde talepleri olmuş. Özelleştirme sürecine takıldığı için bu devir gerçekleşememiş. Peyami hoca yarın Ankara'da konuyla ilgili görüşmek üzere Özelleştirme idaresi Başkanından randevu almış. Kendisinin bu görüşmesini heyecanla bekliyoruz. Hem üniversite kent kaynaşmasına için TEKEL binasının kurtarılması kadar kent kültürüne uygun kamusal fayda sağlayacak bireylerin yanı sıra, kurumlarca sahiplenilmesi çok ama çok önemli.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Türkiye’nin Ateşle İmtihanı



                                         
                                 
                               Türkiye çok zor günlerin içinden geçiyor. Ateşten bir gerdanlık takmışçasına içeride dışarıda hangi yana dönsek, şiddet, ölüm ve karamsarlık had safhada.

Sadece doğuda değil batıda da boy göstermeye başlayan silahlı eylemsellik tehlikenin geldiği noktayı göz önünde bulundurabilmek adına son derece manidar.

Uludere –Roboski olayı  gibi  özellikle Kürt siyasi hareketinin manevra alanını uluslararası ve ulusal alanda genişleten bir devlet hatasının ardından, BDP’li milletvekillerinin içinde bulunduğu konvoyun durdurulmasıyla ortaya çıkan kucaklaşmalı görüntüler ister istemez bu alanın ciddi anlamda daralmasına yol açtı.

Türkiye içinde bulunduğumuz son dönemde git gide şiddet bataklığına saplanan bir ülke görüntüsü veriyor. Tarihe kanlı yaz olarak geçecek olan 2012 yazı ise toplumsal belleğin ciddi anlamda gerildiği karşılıklı olarak çok insanın hayatını kaybettiği bir Güneydoğu çıkmazı olarak algılanmaya başlandı.

Gaziantep’te yaşanan çok üzücü saldırının öfkesi daha soğumamışken,  34 yurttaşımızın hayatını kaybettiği Uludere faciasının mağduru ‘O’ köye giden askerleri taşıyan minibüsün devrilmesinin ardından köylülerin seferber olduğu yardım çalışmaları içimizdeki gizli merakı yenmemize dair  bize çok şey anlatıyor.

Süreci medya üzerinden okuduğumuz da alan hakimiyeti adı altında karşılıklı militer bir varlık mücadelesi  yaşanıyormuş  görüntüsü veren Hakkari ve periferinden servis edilen moral bozucu  haberlerin sıklığı nedeniyle toplumun geniş kesimlerinde ülkenin bu parçasına karşı ciddi bir önyargı oluştuğunu görmezden gelemeyiz.

Ülkenin bu kesimine karşı ortaya çıkan önyargı ve antipatik tepkinin bir kıvılcım mahiyeti taşıdığı ve kontrol edilemezse yakın bir gelecekte kalıcı bir öfke ve gerginlik kaynağına dönüşmesi kaçınılmaz.

Her Şehit haberinin ardından bir gündem sonrası klasiğine dönüşen kınama ve itidal çağrıları ise toplumsal refleks zeminini gittikçe kayganlaştırmanın ötesine geçemiyor.

Yaptığı işin bir gereği olarak güncelimizin normaline dönüşen bir Şahadet haberinin metnini okuyan  spiker,  haberin  sonrasında şarkı mırıldandığı için maruz kaldığı sosyal medya linçi nedeniyle işinden olabiliyorken, bu haberlere karşın ülkemizin sahillerinden yükselen çılgın  eğlence seslerinin turizm adı altında makul sayılması ise içinde bulunduğumuz karışık ruh halinin bir yansıması oluyor.

Gülyazı köyüne göreve giderken  sivil  bir minibüs içinde kaza geçirerek can veren askerlere ilk müdahale ve yardımda bulunan ‘O’ Köyün ahalisinin her biri Anadolu’nun ayrı bir köşesinden olan yaşça gepgenç  görev Şehitlerini kurtarabilmek  için gösterdikleri çaba aşırı bir takdire ve şaşkınlığa yer bırakmayacak kadar normal ve insani olduğu kadar bu ülkenin her karışında insanlığın etnik köken, sınıf  ve meslek ayrımı yapmaksızın her daim nöbette olduğunun önemli bir göstergesidir.

Medyanın haber dilinin, ‘O’ köyün insanlarının yardım seferberliği söz konusu olduğunda biraz tutuk olduğunu iddia etmek belki içinden geçtiğimiz dönemin travmatik ruh halinden bir yansıma da olabilir. Ancak bir gerçek var ki,  o da geldiğimiz noktada Hakkari ve periferine artık bir sosyolojik laboratuar gözüyle bakılıyor olduğu.
Şiddet ve kan içerikli haberlerle  sıklıkla gündemde  yer bulan Güneydoğunun ne düşündüğünün yanı sıra, Hakkari ve çevresinde insanların ne düşündüğü, olaylar karşısında ki reaksiyonları, çatışmaların arasında ne hissettikleri, örgütle ve devletle ilişkileri gibi günlük enstantaneleri birer merak unsuru ve sosyo-psikolojik dönütler olarak değerlendiriliyor.

Geçtiğimiz yüz yılın yakın dönemleri milliyetçilik keşfi ve ulus devlet paradigması  altında  “Türk’ün ateşle imtihanına” dönüşmüşken  süreç  evrilerek bu yüzyılın yakın dönemlerinde  tam olarak olmasa da iç dalga milliyetçilik rüzgarlarına karşın haklar ve özgürlükler temelindeki çoğulcu bir beklentiyle   “Türkiye’nin ateşle imtihanına”  dönüşmüş vaziyette.


Ya körüklenen bu ateşi beraberce söndüreceğiz, ya da Ortadoğu kaotizmini de benzin niyetine arkamıza takarak hep beraber yanacağız, başka yol yok…
                 

28 Temmuz 2012 Cumartesi

'Kurtulmuş'ların yol pusulası

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1094817&CategoryID=99


Numan Kurtulmuş’un AKP ’ye geçeceğinin söylenti olduğu günlerden bu yana içine fütüristik tohumlar eklenen ciddi bir toplum ve siyaset mühendisliği çalışmasıyla karşı karşıyayız. Muhafazakâr sağın yıpranmamış ağabeyi, hafif tonda icra ettirdiği muhalefet dümenini siyasal kökenlerindeki ortak bağları da göz önünde bulundurarak iktidar partisine doğru kırdı. 



Muhafazakâr cenahta bugün Tayyip Erdoğan ’ın yerini kim doldurabilir sorusunda Kurtulmuş, akla ilk gelen isimlerden. Akademisyen kimliği, Milli Görüş mensubuyken AKPkurucu çekirdek kadrosuyla aynı kaderi paylaşıp geleneksellik karşıtı duruşla yollarını ayırması, yeni bir parti kurmasıyla,AKP ’nin ‘olgunluk’ döneminin neo-muhafazakâr lider adayı Kurtulmuş, bugün bir alternatif olarak karşımızda duruyor. 


Kurtulmuş’la beraber adı geçen diğer isim modern sağın eski temsilcisi, referandum döneminde ‘evet’ için ilkeli duruş sergileyip adından bahsettiren, demokrat kimliğiyle toplumsal saygınlığı olan Süleyman Soylu. 


Muhafazakâr ve modern sağın iki önemli figürünün AKP ’de buluşması kesinlik kazanırsa, 2023 vizyonunun hayalden ziyade ulaşılabilir hedef olmaması için önemli engeller aşılmış olacak. Bu arada partiye kuruluşundan beri emek vermemiş isimlerin jakoben bir yöntemle parti bünyesine dahil edilmesi, dışarıda kalanlar için tabanda endişeye yol açabilir. 


AKP iktidarıyla görünürlük kazanan muhafazakâr yaşam tarzı, son 10 yılın sosyoekonomik gelişmeleriyle Türkiye ’nin yükselen yeni orta sınıfının muhafazakâr hamurla yoğrulmasını sağladı. Uzun süren iktidarların yoruculuğu bir yana, Lord Acton’un dediği gibi “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak şekilde yozlaştırır.” 


Bugün büyük değişim yaşayan, daha çok özgürlük alanına sahip, hatta artık dönüşen değil toplumu dönüştüren kitle olarak muhafazakâr cenahta da iktidar dolayısıyla siyasi yorgunluk oluştuğu söylenebilir. Yükselen değerlerden birinin yeni muhafazakârlık olduğu süreçte, iktidarın yozlaşmasının muhafazakârlık algısını yozlaştırması da gayet doğal. 



Biri neo-muhafazakârlığın, diğeri modern demokratlığın ilkeli pragmatik temsilcileri olan bu iki ismin en azından 2023’e kadar iktidarda kalma iddiası olan ve bu tarih için özel bir vizyon tanımı yapan iktidar partisinde yer almasının sosyokültürel alandaki yansımalarını da tartışmalıyız. 


Siyaseten bu iki isim, iktidar partisine taze kan ve temsiliyet zenginliği katabilecekken, genel başkanlıkta son dönemini geçirip cumhurbaşkanlığına doğru giden Erdoğan’ın liderlik kültü ve karizması etrafında kümelenen parti kadroları ve oy potansiyeli, yeni arayış ve çoklu liderlik yansımalarıyla ayakta tutulmalı. 


Öncelikli hedeflerden gibi görünen merkez sağın küçük partilerini bir araya getirme yoluyla MHP ’nin Meclis dışına itilmesi, AKP ’nin vatandaş endeksli oy beklentisine nazaran partiye verilen cemaat ve tarikat eksenli blok oy desteğinde oluşabilecek kırılma karşısında blok oyların gidebileceği sağ alternatiflerin ortadan kaldırılması da önlenmeye çalışılıyor. 


Türkiye ’nin hemen tamamında temsil yeteneğine kavuşmuş bir iktidar partisinin daha önce Ertuğrul Günay ’ın katılımıyla sembolik de olsa sol bir açılım yaparak siyaset skalasında merkeze yanaşma çabaları, artık merkezin kendisi olma yolunda tezahür etmiş gibi duruyor. 


Tüm bunları yaparken Kürt siyasetinden gelen demokratlar ve iktidar partisinin en büyük seçmen kitlesine denk gelen milliyetçi-muhafazakâr kesimi seçim sandığından soğutmayacak yeni isimlerle bu arayışları derinleştirmek, parti içi çoğulculuk adına önemli adımlar olacaktır. 



Sağdaki bu gelişmeler, CHP ’nin yenilenme çalışmalarına müsaade eden bir örgütün varlığı ve iktidar beklentisiyle meyvesini verecek olgunluğa gelebilirse, gelecekte sol adına da birlikteliklerin önünü açarak Türkiye ’yi iki partili siyasi sistemi yoklamaya yönlendirebilir.
 
(CAN OZAN TUNCER: Yüzüncü Yıl Üniversitesi - Öğretim Görevlisi)

24 Haziran 2012 Pazar

Bir Muasır Medeniyet Eseri Şamran


Kazmayı vurdukça yerin altından Urartu fışkıran kadim topraklarla örtülü zengin bir coğrafyanın kader ortaklarıyız her birimiz.Urartu medeniyetinden günümüze uzanan en büyük eser nedir diye kaba taslak bir düşünsek her halde aklımıza ilk gelen Şamran kanalı olacaktır.

Kurak Afrika’nın en bereketli yerleri Nil Nehrinden beslenen, Nil’in akış güzergahı üzerindeki yerlerdir. Nil, Afrika’da yaşayan  canlıların en büyük hayat kaynağıdır. Aynı şey bizim Şamran kanalı için söylersek yanılmış olmayız herhalde.

Elektriğin icadı ve sondajın gelişip yaygınlaşmasıyla beraber su ihtiyacımızı maliyetli bir şekilde çözebiliyor olmamız bizi Afrika’nın doğal yaşamından ayıracaktır elbet , ancak bu bizlerde bir kolaycılığa yol açmamalıdır. Üzerinde yaşadığımız toprakların dünyaya yön vermiş bilinen en eski sahipleri burayı yaşanabilir kılmak adına, içlerinde bulundukları devrin teknik yokluğuna rağmen çok büyük bir iş yapmışlar.

Belli bir yükseklikten geçen bizim Şamran, Urartuların ise Menua kanalıyla, altında kalan toprakları besleyerek, buraları kendileri için yaşanabilir bereketli topraklar haline getirmek için çabalamışlar. Bu eser Urartuların kendi devirlerinin Muasır Medeniyeti olduğunun en büyük nişanıdır.

Van toprakları mevsimin kısalığı ve rakımın yüksekliğine rağmen bereketli topraklardır. Şamran kanalı bu topraklara güvenle tutunabilmemiz için tarihe yaslanarak bugüne  gelmiş, coğrafyanın gerçekleriyle son derece uyumlu ve insan yapısı olmasına karşın doğal bir karaktere bürünmüş , kültürel değerlere konu olmuş, örnek alınan asil ve asıl bir unsur olarak bizlerin dünyasında memleketimize dair vazgeçemeyeceğimiz bir değer olmuş durumda. 

Şu anda bu kanaldan kuruluş amacına uygun olarak yani tarımsal faaliyetler için ne kadar istifade ettiğimizi bilmiyorum ama gözlemlerim çok az istifade ettiğimiz yönünde. Özellikle deprem sonrası süreçte kanalın üstünde baş gösteren yeni yapılaşma ve kentleşme süreci kanalın geleceği adına endişelendirmiyor değil.

Van şehir merkezi  eskiden işler haldeki sulama kanallarıyla çevriliydi. Demir ağlarla örülmüş olmasa dahi Van’da pırıl pırıl suların aktığı, bahçelerin sulandığı, yollara suların serpildiği kanallar vardı. İçinde tek bir evin olduğu bu kanalların suladığı kocaman bahçeler artan nüfusun konut talebine cevap vermek için inşaat rantı karşısında daha fazla doğal statülerini koruyamadıklarından birer birer beton yığınlarına büründüler.

Gelişmiş ve geri kalmış ülkelerde su ve sulama kanalları, bağlar, bahçeler birer turizm ve tanıtım daha doğrusu refah öğesiyken , bizim yöneticilerimiz kanalları kapatmaktan, suyla toprak ilişkisini kaçak kuyularla , yağmurlara terk etmeyi tercih ettiklerinden kent kimliğimizin önemli bir unsuru olan kanalların çoğu önce işlevsizleştirilip çöp yuvalarına daha sonrada asfalt yollara dönüşüverdi.

Yöneticilere yüklenirken bu şehrin ahalisi olan bizlerinde kanallara çöplük muamelesi yaptığını da göz önünden uzak tutmamak gerekli. Kanallar kapandıkça kalan bahçeler kurumaya terk edildi, yeşili muhafaza etmek lükse kaçtı, sağlığımızı tehdit eden tozla toprakla dolu bir dışarı ve ev hayatına  hepimiz ister istemez elbirliğiyle mahkum olduk.

Kanallar sayesinde eskiden kapımızın önünü ter temiz tutabilirken bugün sadece evimizin içinden sorumlu bir hale geldik. Umarım bundan sonra şehrin içinde kalan kanallar kapatılmaz. 
Bu yazıyı yazmama neden olan olay ise turizm ve tanıtım adı altında geldiği günden bu yana on yıllara bedel işler yapan Vali Münir Karaloğlu’nun, üniversiteden Prof. Dr. Mustafa Sarı’yla yapmış olduğu Menua kanalı gezisinin haberiydi.İki isminde Van’a çok hizmetleri olduğu düşüncesindeyim. Yapmış oldukları kısa gezinin gazetelere haber olmasından ziyade içeriğinin yeni bir turizm eylem planına ve yeni bir vizyona dönüşeceğini umut ediyorum.

Menua Kanalının çok yönlü olarak kültür, tarih  ve gezi turizmine kazandırılması çok stratejik bir konu olacaktır. Alt yapısı doğru ve çok yönlü talebe hizmet verebilir bir şekilde hazırlandıktan sonra Kralların ve Kraliçelerin Kanalı olan Şamran veyahut Menua Kanalının hem ülke hem de Van adına prestijli bir proje olmaması için hiçbir neden yok. 

Bir tarafta girişimci ruha sahip toplumsal fayda üreten bir Vali , diğer tarafta doğa ve insan ilişkileri konusundaki yetkinliği uluslar arası çevrelerce tescil edilmiş  aktivist bir  akademisyen varken, bu işin 3. tarafı  olması gereken sermaye sahibi turizmcilerin varlığı, siyasetçilerin, kurumların ve kamuoyunun desteğiyle Kralların ve Kraliçelerin kanalı turizm ve turist portföyümüzü her açıdan zenginleştirebilecek bir Urartu Yolu’na dönüşebilecektir.

11 Mayıs 2012 Cuma

Anneler ve Evlatlar




                                             ,
En güzel yerinde hep yeniden başlayan hep gizli kalmış ve tamamlanamamış bir sevdadır onlara karşı hislerimiz.

Bir hasret denizinin dalgaları arasında gezinen, yanı başında da olsa dokundukça özlediğin, sıradan zamanlarda bile aklına ilk düşen ve bilirsin ki aklından ve yüreğinden hiç eksik olmadığındır.

Bir deprem anının en yıkıcı periyodunda dahi  ayrılmamak üzere sana sımsıkı sarılan önce Allah’ın ve daha sonra senin adını sayıklayan yüce bir varlıktır Annen...

Dünya döndü döneli , ateşin aleve, alevin kora ve korun aydınlığa dönüştüğü yerde hiç sönmeyen bir ışık demeti gibi varlığıyla yürekleri aydınlatan, evlat için en kıymetli cevherdir Anne…

Duasında hayır bulunan, eylemlerinden sevgiyi eksik etmeyen, taş gibi gözükse bile söz konusu evladı olunca yüreği bir kuşa dönen dünyanın en güzel kadını, en mübarek insanıdır annen…

Evladından ayrı düşmüş annenin yüreğindeki sızıyı ve annesinden ayrı düşmüş evladın ruhuna işlemiş yalnızlığın büyük gediğini kapatabilecek bir harç henüz bulunmamışken Anneliği senede bir yerkürede herkes için aynı günde anlamlaştırılmasının rüzgarına bizlerde kapıldık ve gidiyoruz.

Ne anneler gününün indirimlere konu edilen ekonomik hareketliliğine, nede televizyon programlarının suni gündemleriyle yaratılmaya çalışılan duygu seline kapılmadan dünyada ki bir çok insanla beraber aynı günü sadece Anne için anlamlı kılmak güzel bir hadise.

İnançlı insanlar için bu dünyada insanın ayak bastığı ilk günden bu yana Allah’a kulluktan sonra gelen görev anneliktir ve bugüne kadar bu hala hiç değişmemiştir. 

Kimse anasını babasını kötü  hatırlamak istemez. Zihnimize işlenmiş en güzel fotoğraf karesidir içinden mutluluk akan ailece tam takıra en yakın  anlarımız.

Unutmamız gerekir ki; Kimi anaya hasret, kimi evlada, bu dünyada anasız kalan boynu bükük, yüreği kırık yetimler olduğu gibi bu dünyadan evlatsız ayrılan kadınlar ve analarda yok değil. Bugünün kimseyi incitmesine de müsaade etmemeliyiz. Çoğu için anlamlı bir mutluluk seline dönüşen bu günün, başkaları için tenhalara sığınılmış ve gözü yaşlı bir hüzün mabedine dönüşebilmesinin ihtimallerini de uzakta tutmamak lazım.

Herkes anneler gününü kutlarken okul sırasına kapanarak “Anne, Annem” diyerek ağlayan yetim yavrucağın feryadıyla, evladını kaybeden annenin mezar başındaki “Annem, Annem” feryadının da var olduğunu aklımızdan çıkarmadan yaşamak lazım böyle günleri.

Hakim medyanın ve alışılagelmiş zihniyetimizin Anneler gününü  yaşayan anneler için anlamlaştırma çabalarına şahit olurken bu abartılmış program selinin bir tek yüreği dahi kırabilme ihtimalinin her daim varolacağını bilerek  bugünün mutluluğunu abartmamalıyız.

Anneler günü denince nedense aklıma hep evladını kaybetmiş anneler ve annesini kaybetmiş evlatlar geldiğinden ve bugünün yaklaştığını  reklamlara yansıyan  indirimlerle öğrenen biri olduğumdan bu dönemi bir abartı selinden çıkarıp bir parça tevazuya teslim etmek gerektiğini düşünenlerdenim.

Bu kadar duygusallığı ve iç karartmayı bir kenara bırakmam gerektiğinin de farkındayım, işte bu nedenle  bu özel günlerin yüzü suyu hürmetine yapılan indirimler ve kampanyalar yok mu, işte onlar insana kendini normal zamanlarda her daim kazıklanıyormuş gibi hissettirivermesini hatırlatarak yazıyı nihayete doğru yönlendirelim.

Yaşayan tüm annelere sağlık ve ebediyet diyarına göçmüş tüm annelere de rahmet dilerken, Annelik gibi kutsal bir görevin dünyanın her yerinde aynı gün için özelleştirilmesini benimserken bugünün ekonomik çıkarlar ve reyting(rating) endişeleriyle aşırı abartıya boğularak anlamsızlaştırılmasını hala içine sindiremeyenlerden olduğumu da bir kez daha belirtmek istedim…

Anneler Gününüz kutlu olsun… 

     


15 Nisan 2012 Pazar

Yeni Teşvik Paketi Üzerine




                                                   Yeni Teşvik Paketi

Yeni teşvik paketi teknik detayları tam olarak ortaya konmasa da, yol haritası ve iskeletiyle kamu oyuyla paylaşıldı. Teşvikler çoğu zaman devletin ekonomiye müdahalesi ve bir haksız rekabet unsuru olarak serbest piyasacılar tarafından arzulanmayan durumlar olarak tanımlanabilmektedir. Hükümetleri teşvik uygulamalarına iten, öncelikle mevcut sanayilerini güçlü sanayi ülkelerinin rekabetinden korumaktır.  

Ekonomik olarak cari açık problemimiz en öncelikli makro sorun olarak gösterilmekte ve bölgeler arası gelişmişlik farklarının azaltılması hedeflenmekte. Bu teşvik paketi ise bu sorunlara bir çözüm olarak algılanmakta. Bunlar ekonomik olarak yapısal sorunlarımız ama önemli bir sorun daha var ki, bu sorunun çözümün de bu soruna dolaylı olarak değil de doğrudan odaklanılması gerekiyor. Bu sorunda gelir dağılımı adaletsizliğinden başka bir şey değil.

Yeni teşvik paketiyle istihdam yapımızda bir değişiklik olacağı kesin ancak bu değişimin gelirin adil dağılımına katkı sunmasını da politika belirleyicilerinin, bunu doğrudan bir ekonomi politikası amacı olarak teşvik paketinin muhteviyatına katmalarıyla mümkün olabilecektir.

Yakın Geçmişten Teşvik Uygulamaları

İktidara geldiği günden bu yana Ak Parti hükümetlerinin teşvik uygulamalarını olduğunu görüyoruz. 2004 yılında 5084 sayılı kanunla başlayan Ak Parti hükümetlerinin her teşvik uygulaması bir öncekinin düzeltilmiş ve ihtiyaçlara  cevap veren yeni bir çabası gibi duruyor.
2006 yılında 5084 sayılı kanunda değişiklik yapan 5035 sayılı kanunun yürürlüğe girmesinden sonra 2009 yılında yeni teşvik uygulamasına geçildi ve ardından  2012 teşviki olarak anacağımız yeni teşvik paketi ana hatlarıyla açıklandı. 
  
 5084 ve 5035 sayılı kanunlarla kişi başına gelirin 1500 doların altında olduğu 49 il desteklendi. Bu teşviklerin kanunda belirtilen amaçları ile bu illerde vergi ve sigorta teşvik primleri uygulamak, yatırımlara bedelsiz arsa ve arazi temin etmek suretiyle yatırımların ve istihdamların arttırılması gibi 3 çeşit destek aracına başvurulmaktaydı. Bu teşvik paketiyle 49 il aynı statüde değerlendirildiğinden , göreceli olarak daha fazla gelişmiş olanlar ve sanayi bölgelerine yakın olanlar bu teşviklerden daha kapsamlı yararlanmaları gibi geneli olumsuz etkileyen bir durumla karşılaşıldı.

2009’daki teşvik sistemiyle  teşvik kapsamı arttırıldı. Sektörel öncelikler gözetilerek teşvikler illere göre sektörler belirlenerek dağıtıldı. Ayrıca bir önceki uygulamalarda 3 olan destek araçlarının sayısı 5’e çıkartıldı.Belirlenen sektörler dışında kalan sektörlerin bölgesel teşviklerden yararlanmasının önü kesildi. Bu yolla bir önceki teşvik paketinin olumsuzlukları ve uygulama hataları bertaraf edilmeye çalışıldı.

Yeni Paket

Detayları tam olarak açıklanmasa da amacı, hedefleri ve yol haritasına dair ipuçları Ekonomi Bakanının sunumuyla ortaya çıkan, geçmiş uygulamalardan öğrenilerek hazırlanmış, kusurları olmakla beraber yenilenmeye açık bir teşvik paketiyle karşı karşıyayız. Öncelikle işe hayırlı olsun diyerek başlayalım. Ekonomi Bakanının sunumuyla teşvik paketiyle ilgili,  en az gelişmiş bölgelerde kalkınmanın sağlanması, bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi, cari açığın kapatılması, üretimde katma değerin arttırılması, sektörel kümelenmeleri ve ileri teknoloji yatırımlarını destekleyerek ülkenin rekabet gücünün arttırılmasının amaçlandığını öğrenmiş olduk.

Yeni teşvik paketiyle eskilerinin aksine sektörel önceliklerin ön planda olacağı anlaşılıyor. Bu kapsamda Van’ın ve diğer 14 doğu ilinin olduğu sosyo-ekonomik olarak en az gelişmiş olan 6. bölge hem bölgesel hem de sektörel olarak teşvik açısında ön plana çıkıyor.  

Bu teşvik paketinin üzerinde durulmayan ancak orta vadeli bir zaman diliminde pozitif bir dönüşüme yol açacak en önemli unsur eğitim, ulaştırma ve test merkezleri yatırımlarının da  öncelikli yatırım kapsamına alınıyor olmasıdır. Eğitim, alt yapı ve bilgi üçlüsünün efektif kullanımı kalkınmaya katkı sağlayabileceği gibi  yeni teşvik paketi özel sektör merkezli eğitim yatırımlarını merkeze alarak insan kaynağı kalitesine ve rekabet gücüne olumlu etki yapması beklenen en önemli çıktılardan birisi olacaktır.

Bu paketle Organize Sanayi Bölgelerine (OSB)  yapılan yatırımlar daha kapsamlı olarak desteklenmekte. OSB’lere yapılacak yatırımlar bir alt bölgenin imkanlarından faydalandırılması ve son bölge olan 6. Bölgede ise OSB’lerde yapılacak yatırımların bölge dışındaki yatırımlara kıyasla daha uzun bir süre desteklerden faydalanabilecek.

Ayrıca yatırımlar üzerinde ciddi bir yük olan vergilerde indirimin yatırım aşamasında gerçekleştirilmesi, finansman yükünü azaltıp yatırımları daha cazip kılacaktır. Bölge düzeyi düştükçe verilen desteğin yatırım aşamasında kullandırılacak kısmının artıyor olması ise önemli bir avantaj.

Van Bu Teşvik Paketinin Neresinde

Sosyoekonomik olarak en geri kalmış 15 ilden biri olarak 6. Bölge içinde değerlendirilen Van’ın bu süreçte nerede olacağı ve ne yapacağı çok önemli.

Tekstil Kent projesinde bu paketten önce yol alınmış olması bir hayli önemli. Bu projeye ilk günden beri inananlardanım. Nedenine gelince 2005 yılında ülkenin tekstil ihracatının yüzde (%) 71’ni yapan İstanbul ve Bursa’nın 2011 yılında ihracatta % 61’e gerilemesi ve bu kaybın büyük kısmının Antep ve Maraş tarafından telafi ediliyor olması. Bu zaman diliminde Antep’in tekstil ihracatındaki payı %7’den %12’ye çıkmış, Maraş’ın ki  ise %3’ten %7’lere çıkmış.

Maliyetler nedeniyle özelikle emek yoğun sektörlerin bundan sonra Batı’daki üretim tesislerinde durmaları zorlaşacaktır. Bu tip yatırımların önemli bir bölümü doğuya kayabilecektir.

6. Bölge içinde özellikle  tekstil yatırımları konusunda Antep ve Maraş’a yakınlığından ve GAP projesinin merkezi olması nedeniyle Urfa ön plana çıkarılmakta. Yalnız unutulmamalı ki bizim elimizde yatırımcıya fiziksel mekanlarının hazır olarak verileceği altın değerinde bir tekstil kent projesi var. Bu avantajla bu tekstil kent projesine Türkiye’nin en iyi tekstil ihracatçılarının gelmemesi için hiçbir neden yok. Üst düzey küresel dünya markalarına Van Tekstil Kentinden ürün gönderilmesi artık hayal olmaktan çıktı, eşgüdümlü bir çalışmanın ürünü olmayı bekliyor.
Ekonomi Bakanının sunumunda bahsettiği “Yatırım Havzalarının” ilk örneğinin Van Tekstil Kenti olmaması için herhangi bir neden yok, yeter ki bu proje öncelikli olarak inanıp içerideki yatırımcıları teşvik edip, dışarıdan gelecek yatırımcıları ürkütmeyelim.

Artık Van’ı , toplumsal şahsiyetlerini ve kurumlarını önemli bir sınav daha bekliyor. Bu süreçte bizi 6. Bölgede en önemli konuma getirecek olan şey etkili ve sebep sonuç ilişkisi tutarlı bir tanıtım atağıdır. Yatırımcılara yatırımlarını neden Van’a yapmalarına dair teşvik edici, cesaretlendirici ve kucaklayıcı bir tanıtım atağına ihtiyaç var. Bunu yaparken de profesyonel destek alınması şart. Bu tanıtımı yaparken, Van’ın bölgesel kalkınma politikalarında hamiliğini yaptığı ve göç aldığı  Muş, Bitlis ve Hakkari’yi de bu tanıtım sürecinin dışında tutmamak olumlu ve Van’a yakışır bir tutum olacaktır.

Neler yapılmalı ?

Yazının çok uzadığının farkında olarak dağınık konu başlıklarıyla önem atfettiğim yerleri  ve hayal olmaktan çıktığını düşündüğüm görüşlerimi belki bir faydası olur umuduyla paylaşmak istiyorum;

  • İş-Kur’un ara eleman ihtiyacı için çok hızlı bir şekilde eğitim ve il dışı staj programlarına başlaması,
  • Araştırma-Geliştirme(AR-GE) Merkezlerinin kurulması özendirilerek, büyük firmaların AR-GE merkezlerinin bölgeye çekilmesi sağlanmalı ,
  • İhracat yeteneği olan yatırımcıyı çekmeye uğraşırken, ihracatı hiç bilmeyen yerel yatırımcının bu açığının destekler ve eğitimlerle kapatılması ,
  • Pomza gibi elimizdeki önemli bir varlığın sektörler arası kullanımının teşvik edilmesi ve katma değer kazandırılarak ihracata konu edilmesi için Araştırma Merkezi kurulması,
  • Bankaların Operasyon merkezleri ve firmaların çağrı merkezleri gibi  nitelikli iş gücü oluşmasına olanak sağlayan, hizmet sektöründeki yatırımların kazandırılması için lobi çalışmaları yapılması ve bunların teşvik kapsamına alınması,
  • Uluslararası politika ve batı bloğunun yanında yer almamız nedeniyle İran’la sınır ticaretimizin şimdilik artık çok zor olduğu gerçeğini unutmadan  bir kenara koyarak, İranlı turistlerin zevk ve tercihlerine dayalı tüketim kalıplarını dikkate alarak onları kazanma yoluna gitmeliyiz. Bunun içinde kapsamlı ve kurumsal bir AVM’nin olmazsa olmaz öncelikli bir şart olduğunu unutmamak gerekli,
  • Yerel firmaların Danışmanlık desteklerinden mutlaka faydalanmasını teşvik etmek ve henüz kuruluşu çok yeni olan AB İş Geliştirme Merkezini (ABİGEM)’i bu işte öncü kılmak,
  • Kalkınma ajansının ve Üniversitenin bu sürecin neresinde olacağı ve bürokrasiye yenik düşmeden çalışılabilecek bir ortamın oluşturulmasının kamuoyunca tartışılmasını sağlamak,
  • OSB’ler içine aynı iş kolundaki sermaye yapısı zayıf girişimcilerin (mikro ölçekli)        bir araya gelerek ortaklıklar kurmasının  desteklenmesi,
  • Organize Hayvancılık, Gökçenay Grubun mermer fabrikası ve benzerleri gibi  büyük yatırımlarında bu paketten yararlanabilmesi ve iki taraflı haksız rekabet şartlarına maruz kalınmaması adına daha yüksek bir ciro ve istihdam hedefli bir uygulamayla eski ve katma değer yaratan işletmelerinde bu teşvik paketine dahil edilmesi,
  •  Karayolu ve demiryolu taşımacılığıyla ilgili sorunların giderilmesi ve özellikle OSB bölgelerine Gar’dan yeni bir hatla raylı ulaşım sağlanarak lojistiğin önündeki engellerin kaldırılması , Kuzey Van Gölü demiryolu projesinin hızlandırılması,Van – Şırnak karayolunun hızlandırılarak Irak bağlantısının sağlanmasının  programa alınması,
  • Özellikle 6.Bölgenin limanlara ve batıya uzaklığıyla akaryakıt fiyatlarının yüksekliğini dikkate alarak, 6. Bölgede üretilen ve ihracata konu olan ürünlerin  nakliyesi üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi,
  • En önemlisi ama en önemlisi cari açığı büyüten ara malı ithalatı  ürünlerinin önemli bir bölümünün 6. Bölge içerisindeki KOBİ’lerce üretilerek bir üst bölgelerdeki yerleşik dev işletmelere ara malı üretiminin desteklenmesi ve bu yolla cari açığın kapatılabilmesi için uygun ve stratejik modeller geliştirilmesi.
  

7 Mart 2012 Çarşamba

Anayasal Gençlikten, Gençliğin Anayasasına


Dindar nesiller yetiştirme meselesi gündemde önemli bir yer işgal etti ve bu tartışma gelecekte birçok siyasi tartışmanın da referansı olacak. Tamda bu tartışmalardan hareketle, özgürlükler zemininde tartışılan yeni anayasa beklentisinin ‘Genç’ yönünü hep ihmal ettik.

Anayasa tartışmalarının ekseriyetinin Kürt sorunu üzerinden temellenen kimlik ve özgürlükler üzerinden tartışılması şimdilik bu tartışmalara genel bir çerçeve çizse de,  somut maddeleri içeren Anayasa taslakları kamuoyuyla paylaşıldıkça başlıkları üzeriden daha da derinleşecektir.        

 1980 darbesinin öncesinde meydana gelen olayların başrolünde  gençlerin kullanılmasının toplumda açtığı yaralar, faili meçhuller ve idamlarla devam eden olaylar ebeveynlerde çocukların geleceğine dair endişeleri derinleşmesine, gençliğin demokratik ve siyasi hayata aktif katılımınınsa diplerde olmasına yol açtı.

1980 döneminin de öncesinden  gelen travmaları 30 yılı aşkındır aşamadık ve aşamıyoruz.  Yıllardan bu yana Türkiye’nin en büyük demografik kitlesi olan gençlerin siyasal bir örgütlenmeyle olmasa da,  dinamizmleriyle  iktidarda olmaları gerekirken muhalefette kalmanın  ağırlığı altında ezilmeye devam ediyor. 


En Büyük Demografik Kitle

Bugün Türkiye’nin en büyük demografik kitlesi şüphesiz ki gençleridir. Mesainin ve okulların olduğu  hafta içi günlerinde metropollerdeki , Anadolu şehirlerindeki genç kalabalıkları görünce ülkenizin sahip olduğu genç nüfus karşısında şaşkınlığınızı gizleyemiyorsunuz. Ancak bu gençlerin hayata bakışları ve gelecekten beklentileri hakkında ki perdeli ve karamsar düşünceleri karşısında sizde umutsuzluğa kapılıyorsunuz.


Bugün Türkiye’yi yöneten siyasal iktidarın çekirdek kadrosunda 70’li yılların itidal sahibi “dindar” Milli Görüş gençliği varken , muhalefetinde ise birbirleriyle çatışan  sağ-sol siyasi fraksiyonun temsilcileri var. Hal böyle olunca erken olgunlaşmak zorunda kaldıkları kendi mücadeleci ve idealist gençlik hatıralarını ve gençliklerinin yansımalarını bugünün gençlerinde bulamayan günümüzün siyasetçileriyle gençler arasında anlamını yitirmiş bir kuşak çatışması ortaya çıkıyor.

Anayasa’da Gençlik

İşin anayasal boyutuna dönecek olursak,  1982 Anayasasının   “Gençlik ve Spor” başlığı altındaki 58. maddesini hatırlamamız faydalı olacaktır;

“Gençliğin Korunması
Devlet, istiklâl ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.
Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır
. 

Başlıktan ele alıp adına da bir bakanlığın olduğu gençlik ve sporun birbirinin ayrılmaz bir parçası olduğunun kabulünden, gençliği korumayı ve bunu yaparken de tek tip bir gençlik yaratmayı buyuran ve yıllardır hiç tartışılmayan, fiili olarak da katılım mekanizmalarında gençliğe kayda değer bir önem atfedilmediği için  ele alınmayan Anayasa metninin “dindar” nesiller yetiştirme tartışmalarının yapıldığı bu günlerde tartışılması için doğru bir zamandayız.



Gençleri Geleceğe Hazırlamak

Önceliği ve yol göstericiliği gençleri geleceğe hazırlamak yerine, kötü alışkanlıklardan korumak için tedbirler almayı buyuran ve gençlere ideolojik bir elbise giydiren bir Anayasa maddesinin bugüne kadar değiştirilmemiş olması üzüntü vericidir.

 58. maddeyi okuyunca özgürlükçü bir yeni anayasa talebi Türkiye’nin yoğun ve zihin yoran gündem(ler)i arasında bir türlü ön plana çıkamazken, elbet bir gün bu anayasayı yapacak olanların yıllardır etkisinde kaldıkları “korumacı” ön kabullerinden kurtulmaları gerektiğini de kendilerine hatırlatmamız gerekiyor.



Demografik Fırsat Penceresi

Özellikle Medyan yaşın 29,7 olduğu ve 1982 Anayasasından bu yana korunmaktan fırsat bulup rahatça kendini ve gerçek potansiyelini yansıtamayan milyonlarca genç var. Genç nüfusun yoğun olduğu ülkelerin sahip olduğu bu demografik fırsat penceresine her ülke sahip olamıyor. Bugün Türkiye nüfusunun büyük bir bölümünün genç ve dinamik olması orta doğunun yükselen trendi olup da petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip olamamasının açığını fazlasıyla kapatabilecek büyüklükte bir fırsat.


Cıvıl cıvıl bir duyguyu sembolize eden gençliğin bu enerjik halinden hareketle kitlesel olarak daha nitelikli eğitim olanaklarına kavuşması, yabancı dil bilgisine sahip olması, dünyayla kaynaşması, girişimci  ve çevreci olması  gibi önceliklerle devletin gençlerin kariyer, aile kurma, eğitim gibi  toplumunda refahını doğrudan etkileyecek ihtiyaçlarında onların istekleri ve beklentileri doğrultusunda “korumacı” değil destekleyici politikalar ve uygulamalarla varolmalıdır.


Entegre Gençlik Politikaları


Türkiye’nin ivedilikle  meşruiyetini Anayasa’dan alan entegre Gençlik politikalarına ve  gençleri geleceğe hazırlama misyonuyla tüm ideolojilerden arınmış, gençlerin sonu şiddete varabilecek aşırılıklarını ortak bir potada eritebilecek özgürlükçü, güven verici  ve destekleyici uygulamalara ihtiyaç var.               

Genç nesilleri eğitim sistemimizde ideolojik enformasyondan ne kadar uzak tutabilirsek, toplumdaki ahlaki kodları ve evrensel ahlakı eğitim sistemimiz içine doğru ve vurgulu bir şekilde entegre edebilirsek, gençlerin doğruyu ve yanlışı ayırt etmeleriyle neye inanıp neye inanmayacaklarıyla ilgili kararlarını kendilerine bırakıp gençliğin tanzimini gençliğin kendi tecrübesine bırakmanın ve bu hayat tecrübesi içinde gençliğin ilişkili olabileceği farklı düşünce ve görüşlerde ki kişilerin, cemiyetlerin ve cemaatlerin çeşitliliğinin kişinin karar alma sürecinde etkili olabileceğini ve bu karara lobici olarak müdahil olmanın siyasetin değil de sivil toplumun işi olması gerektiğini içselleştirebilmekte önemli bir konu.  

 
Unutmayalım ki kendine ve geleceğine güvenen gençler bir toplumun gerçek sigortalarıdır. Onların sayısı arttıkça esenlikte , özgürlükte artacaktır. 1982 Anayasası gibi Anayasal bir gençlik tanzim etmektense, çocukluk dönemlerinden başlayarak gençlere Anayasal bir güven ve destekle yola devam etmeliyiz.    













                                     

6 Mart 2012 Salı

Kalkınmayı Yönetebilmek

Geride bıraktığımız “Sevgililer Gününde” Van’daki çiçekçilerde azalan nüfusa rağmen çiçek kalmadığına şahit olunca çok şaşırdım ve böyle zor günlerin ardından çiçeğe sarılan ve birbirinin kıymetinin daha fazla bilmeye başlayan insanların varlığındaki artış beni bir kez daha gelecek adına fazlasıyla umutlandırdı.

Her gün yeni bir haber duyuyoruz. Van bugünden sonra yeni haberlere ve gelişmelere daha çok gebe. Şehirde hala yatay bir yerleşim hakim. Giriş katları ve konteynerlerle artan bu yatay yerleşimden apartmanlarının ışıklarının yandığı çok katlılara geçişle başlayacak olan dikey yerleşim çok uzak değil.

Deprem sürecinde yazdığım yazılara fırsat bulup bir göz attım. Yazılarımdan birinde depremi fırsata dönüştürmek için mevzu bahis TOKİ konutları ve yeni konutların yapımı, güçlendirme çalışmalarıyla ortaya çıkacak ve onlarca farklı sektörün de canlanmasını sağlayacak süreçte 500 yeni zengin çıkarabilecek bir potansiyelimiz olduğunu yazmışım. Deprem sonrası ortaya çıkacak olası zenginlerinde KOSGEB’in girişimcilik eğitim ve desteklerine kanalize edilerek ortaya çıkacak yeni zenginliğin farklı iş alanlarında değerlendirilerek fırsata dönüştürülebileceğinden bahsetmişim.

Biliyoruz ki, içinde bulunduğumuz gündem yoğunluğu ve bilgi bombardımanı sözü uçurduğu gibi yazıyı da kalıcı olmaktan çıkarıp uçucu yapıyor. Hükümet Van’a geçen yılın bütçesinden artan önemli bir kısmı aktardı ama hala bu kaynağın kullanımı konusunda kamuoyunda ciddi bir kafa karışıklığı var.

Kalkınma sancıları çektiğimizi ve hatta bölge olarak büyümeye çabaladığımız halde tam anlamıyla bir kalkınmadan bahsedemeyeceğimizi yazarsak kendimizle çelişmemiş oluruz. 2002 yılından bu yana istatistiklere göre nüfusumuz, üretimimiz, konut sayımız, motorlu kara taşıtlarında ki artışlara bakınca kayda değer bir katma değer yaratamayan tüketim ağırlıklı ekonomik bir seyirden bahsedebiliriz. Buradan hareketle düne kadar arzulanan/konuşulan bir kalkınma hamlesi yapamadığımız apaçık ortada. Tek başına kendi iç dinamiklerimizle bir kalkınma modeli oluşturamadık, oluşturamıyoruz ama artık oluşturmak zorundayız.

Kalkınmada yerelliğin ve sürdürülebilirliğin yükselen trend olduğu bir zaman diliminde biz bu kalkınma teorilerinden kendimize özgü bir model çıkaramazsak yerimizde saymaya devam ederiz.

Türkiye’de geçmişleri çok köklü olmasa da, bölgesel bazda Kalkınma Ajansları kuruldu ve bu kurumlar insan kaynağı niteliği açısından yereldeki emsal kamu görevlerinin büyük bir çoğunluğundan daha yüksek vasıflı iş tanımlarıyla göreve başlamış kimselerden oluşuyor. İşin içine bürokrasi girince her zamanki gibi bir Ankara’ya bağlılık ön plana çıksa da ajansların kuruluş amaçları ve işlevsel olup olamayacakları büyük önem arz ediyor.

Özellikle deprem sonrası süreçte bizim bölgemizde faaliyet gösteren Doğu Anadolu Kalkınma Ajansına(DAKA) Türkiye’deki diğer ajansların tamamından büyük bir sorumluluk düşüyor. Bunun içinde için de bulunduğumuz süreçte DAKA’yı yerel kalkınma hedefi çerçevesinde belirli bir tarihe kadar yerel kişi ve kurumlarında içinde olduğu yeni bir yapılanmayla yetkili kılıp görevlendirmek önem arz ediyor.

DAKA’dan bahsetmeden önce Van’a aktarılan her kaynağın mümkün olan her kuruşuna kadar Van ekonomisi içinde değerlendirilmesini teşvik edebilmek için yerel bir heyet kurulup, yapılan tüm kamu harcamalarının nereye ve ne şekilde yapıldığının şeffaf bir şekilde takibinin yapılması ve kamuoyuyla paylaşılabilmesinin son derece büyük önem taşıdığını hatırlatmakta fayda var. Böyle bir heyetin varlığı bile hizmet, mal alımı ve inşaat işini yüklenen firmaların satın alımlarında önceliği yerel piyasaya vermelerini sağlayabilmeli. Ayrıca hükümetin ve yerel karar vericilerin yapılan satın alımlarda düşük fiyat beklentisinden, en uygun fiyat ve Van için en yüksek ekonomik – sosyal faydayı sağlayacak bir baskı grubu olarak faaliyet gösterme girişimine de bu yapı içerisinde ihtiyaç olacağı kanaatindeyim. En basit örneğiyle İnşaat malzemelerinin Van’dan alınmasından tutunda inşaatlarda çalışacak işçilerin kıyafetlerinin Van’daki terzilere diktirilmesine kadar aklınıza gelen her aşamada yerel ekonomiyi önce canlandırmak daha sonrada bu canlılığı sürdürülebilir kılmak için ortak bir girişime ihtiyaç var.

Önümüzdeki dönemdeki süreçte DAKA bölgesel kalkınmanın kurumsal dinamiği olabilmeli ve yerel paydaşlarla doğrudan ve Ankara’ya gebe kalmadan iş görebilecek düzeyde yetkilendirilmeli. ESOB Ahiliğin ne olduğunu hatırlatmalı ve Ahi kültüründeki bu dayanışmayı bu modele sokabilmek için uğraşmalı. VATSO üyelerini bir araya toplayarak bilançoları büyüklüğünde ilgili sektörlerde faaliyet gösteren üyelerinin bu ranttan bir araya gelerek dayanışmayla faydalanabilmesinin yollarını aramalı. VATBO aynı şekilde “Organize Hayvancılık Bölgesi” modelinde olduğu gibi öncü bir rol üstlenerek tüm bunların mümkün olabileceğini anlatmalı.

Van esnafını, iş çevrelerini ihale ve doğrudan alım peşinde koşturarak düşük fiyatlı işler yaptırmaktansa, en uygun fiyat ve ilgili sektörlerin tamamına yansıyacak satın alma ve konsensüslerle kurumsal bir yapı dahilinde yeni arayışlar içinde olmamız lazım. Büyük ve güçlü olanı daha da büyütüp, küçük ölçekli olup var olma mücadelesi vereni bu dönemde yok olmaya mahkum edecek bir zihniyetin, depremler sonrasında var olmasına göz göre göre izin verilecekse bunun için mücadele etmeyeceksek, sorumluluk koltuğunda oturanların kepenkleri indirip dükkanlarını şimdiden kapatmaları lazım.

Tüm gözler Van’ın üzerindeyken, Van için ne yapılacağına dair kafa karışıklığı varken ve iyi şeyler yapmaya dair bir çaba ortadayken bu esintiyi fırsata çevirmek lazım. Her sektörde ve günlük yaşam içinde kalite artışını odağına alan, bu yolla kaliteyi de hissedilebilir bir noktaya taşıyacak, yerel, ulusal ve uluslararası uzmanları, meslektaşları ve yetkilileri sık sık bir araya getirip ortak platformlarda buluşturup vizyon ve bilgi paylaşımının önünü açacak yetkide ve yetkisinin de üzerinde etkili bir Kalkınma Ajansı örgütlenmesine ihtiyaç var. Teknik destek mekanizmalarından daha fazla istifade edilebilen, yerelden gelen önerilere hızlı cevap verebilen etkili ve yetkili bir DAKA bu sürecin her alanda en önemli aktörü olabilir.

Kalkınmayı yerelde başlatıp, işi ve uzmanlığı kalkınma olan bir yapının varlığıyla daha rahat yol alınabileceğini düşünüyorum. DAKA’dan daha çok Vanlı ve Van firmasının yararlanabilmesinin önünün açılması gerekiyor. Hem bireysel hem de kurumsal olarak Van iş camiasının sıkıntılarına çare olabilecek, her alanda kalite artışını merkezine alıp takip edebilen, bireysel girişimciliğin ve rekabet edebilirliğinin önünü açabilecek daha bölgesel, daha çok dünyalı ve daha az Ankaralı bir ajans modeline ihtiyaç var. Tüm bunları yaparken DAKA’nın SODES taklidi olmayan sosyal projeleri acil olarak desteklemesi ve Yüzüncü Yıl Üniversitesiyle de kalıcı bir işbirliği içinde olması gerektiğini de hatırlatmakta fayda var.