20 Mart 2014 Perşembe

'Engel'li Twitter



Bilgi Teknolojileri ve iletişim kurulunun web sitesindeki açıklamaya istinaden Twitter’a “KORUMA TEDBİRİ” uygulanmaya başlandı ; “Bu İnternet sitesi (twitter.com) hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı (TMK 10. Maddesi İle Görevli)'nin 20/03/2014 tarih ve sayılı kararına istinaden Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı tarafından KORUMA TEDBİRİ uygulanmaktadır”. 


Mealen Twitter’a erişim engellendi yani daha açık bir ifadeyle yasaklandı!

Yasak; günümüzün en ürkütücü kelimelerinden birisi halini aldı.

Telekomünikasyon alt yapısının geliştiği, akıllı iletişim teknolojilerinin çevremizi kuşattığı günümüzde ülkemiz için hala sosyal medyaya erişimin tartışılır bir konu olması sarsıcı bir gerçeğimiz olma halini sürdürüyor.

Sosyal medya dediğimiz şey yeni medya düzeninin merkezinde yer alan ve insanları çevrelerine, ülkelerine ve dünyaya daha güçlü bir şekilde entegre eden görünmeyen bir gücün ta kendisi.

Özellikle Türkiye’de Facebook ve Twitter’ın kullanım sıklığına bakınca, ister alışkanlık, ister yaşam tarzının yeni bir parçası istersek gereksiz  bir ayrıntı olarak değerlendirelim ama arka plana atamayacağımız bir gerçek var ki o da sosyal medyanın hayatımızda işgal ettiği yerin büyüklüğü olacaktır.

Sosyal medya bireyler için sadece bir haber alma kaynağı olmanın yanı sıra haber verme ve paylaşma gibi haberleşmenin, pazarlama, tanıtım ve reklam unsurlarının geniş ve yoğun bir şekilde kullanıldığı önemli bir güncel araç haline geldi.

Evet, hepimizin artık neredeyse bir kardeşi haline gelen sosyal medyayı övmeyi bir kenara bırakıp, erişime getirilen engeli tartışmamız yerinde olacaktır.

Dünyada 250 milyona yaklaşan, Türkiye’de 12 milyonu aşan kullanıcısı olan Twitter’a Çin’de yasak olduğu için genel olarak erişim sağlanamıyor. İran’da ise 2009’da ki Devlet Başkanlığı seçimlerinden önce yasaklanan Twitter, 2013 Eylül’ünde yeniden erişime açıldı. Bugün itibariyle bu erişim engeli kaldırılmadığı takdirde Çin’le beraber aynı kategoride yer alıp, İran örneğinde olduğu gibi seçim öncesi “zamanlaması manidar” bir tarihsel benzerliği de paylaşmış olacağız.

Yasakların engellenmesi ve vatandaşların kendilerini özgür olarak hissedip, nitelendirmeleri yasalarla kazanılmış haklarla beraber insanların yaşam pratiklerinde hayat tarzlarını muhafaza veya modernize edebilecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri platformların varlığı ve güçlülüğüyle mümkündür.

Başbakan’ın Bursa mitinginin ardından verdiği kapatılma sinyallerinin, gece saatlerinde mahkeme kararıyla yasal bir erişim engeline dönüşmüş olması demokratik bir ülke olma yolunda almamız gereken önemli bir mesafenin de olduğunun göstergesidir.

Twitter yasağı fark edilmeye ve haber olmaya başladıkça DNS ayarlarının değiştirilerek ve bir takım uygulamalar indirilerek erişimin sağlanabileceği duyurulmaya başlandı. Nitekim bu yönteme de fazlasıyla başvuruldu.

Tabi DNS ayarlarını her daim değiştirmek bir yol olabilir ama ahlaki bir tartışmaya yol açmayacak şekilde internete özgürce erişim hakkınızı savunmak bu süreçteki en önemli ve etkin yol olacaktır.

17 Aralıktan sonra ortaya çıkan bilgi bombardımanı ister istemez toplumun algısını adeta alt üst ederek neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair büyük bir kafa karışıklığına sebebiyet verdi.

Şeffaflığa her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bu süreçte, tüm iddiaların üzerine cesaretle gitmek, her türlü yolsuzluk ve vesayet iddialarının hukuk içinde ispatı için ortak bir tepkide buluşabilmenin en doğru yol olması gerekirken, seçim meydanları üzerinden ayrışmak ve ötekileşmek ister istemez vicdanlarımızda ve demokrat duygularımızda büyük gedikler açacaktır.

Bugün Twitter’ı kapatmak yani sosyal medyanın böylesine etkin ve kitlesel bir kanalına müdahale etmek ortada dolaşan iddialar karşısında kamuoyundaki “acaba”ları derinleştireceği gibi, zamanlamasıyla seçim öncesine denk gelmiş olması ve erişimin engellenmesi şekli Türkiye’de siyasetin sandığa dayanmayan en önemli boyutu olan vicdani meşruiyetin derinden sarsılmasını da sağlayabilecektir.   

Cumhurbaşkanından başlayıp, devlet/siyaset protokolünün Twitter hesabı olan tüm mensupları hesaplarına erişmeye çalışıp erişemediklerinde mahkeme kararına saygılarını ifade edip görüş mü beyan edecekler yoksa sosyal medyaya erişmenin günümüz için doğal bir hak olduğunu özgürce savunabilecekler mi?

Hele ki farklı toplumların ve grupların birbirini anlamada, sosyal medyadaki yorum ve eğilimleri dikkate aldığını, işin uluslararası itibara etkisini ve doğrudan sermaye yatırımlarını etkileyen ekonomik boyutunu da düşününce, neticeyi bekleyip göreceğiz, ama bir konuda herkes net galiba; olmadı…
    







25 Aralık 2013 Çarşamba

TEMİZ SİYASET TEMİZ TÜRKİYE

                                               

Türkiye 17 Aralık 2013’te başlayan operasyonlarla yeni bir döneme girdi. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarının ve bu iddialara konu olan kişiler arasında özellikle Türkiye Cumhuriyetinin etkin Bakanlarının çocuklarının bulunması da büyük bir şok etkisi yarattı.

Cumhuriyet tarihi boyunca dönem dönem yolsuzlukların ve rüşvetin Türkiye’nin siyasi ve idari yapısında var olması ve giderek artması neticesinde gelinen nokta bu olumsuzlukların öğrenilmiş çaresizlik hali olarak kabullenilmesi incitici bir durumdur.

Biliyoruz ki rüşvet ve yolsuzluk gibi gayri ahlaki iki olgu hiçbir toplum için sıfırlanamaz. Rantın, kaynak bölüşümünün, ihtiyaçların ve insanın olduğu her yerde eşitlik, hak ve hukuk kavramları görünmez düzeylere gelebilmektedir.

 Bugün sosyal medya yoluyla yayılan bilgi kirliliği neticesinde doğru olana ulaşmakta zorluk çekmekte ve bu nedenle başka kaynaklardan bilgi edinmemize olanak bırakmayacak düzeyde yönetimde şeffaflık anlayışına da ihtiyaç duymaktayız.

Ülkeler, hükümetler, liderler zaman zaman karanlık ve zor dönemlerden geçebilir ancak unutmamalıyız ki vicdan ve değer yargıları da bu karanlığa maruz bırakıldıkları takdirde umutsuzlukla başlayan bir hissiyat kaos haline gelerek, ister istemez her tarafa yayılır.

1920’lerin paradigması ve tehdit algısı içinde ele alınan ve laik kesimin çok sık başvurduğu Türkiye’nin kimlerin ülkesi olamayacağına dair ifadeleri bugüne uyarlayacak olursa; Türkiye yolsuzluklar, vesayetler ve geri kalmışlıklar ülkesi olmamalı diyebilmeliyiz.

İnsan nefsinin zayıf noktalarından birisi olan daha fazlasına yönelik hırs maalesef ülke yönetiminde ve idari işleyişte bir takım insani zafiyetlere yol açabiliyor. Hepimiz nefse sahip insanlarız ve makamlarımızla beraber yetkilerimiz de büyüdükçe nefsimizle başbaşa kalmaktayız.

Türkiye büyük bir ülke, ekonomik ve beşeri kaynaklarıyla etkin yönetilebildiği takdirde her daim ileri yönlü bir performans sergileyebilecek bir yetkinliğe sahip. İktidarlara düşen bu sürecin planlamasını ve idaresini en doğru şekilde gerçekleştirmekle beraber dış etkilere karşı kırılgan olmayan bir hale getirmektir.

Türkiye son günlerde büyük bir şokla beraber yeni bir vicdan muhasebesinin de içinden geçmektedir. Yolsuzluk, rüşvet ve yeni nesil gayri ahlaki bir yöntem olan “kaset” meseleleri ve bunların varlığına dair tehdit sonrasında ki endişe hali maalesef Türkiye siyasetini araçsallaşma noktasına getirmiş gibi bir görüntü veriyor.

Kamu vicdanı incinmiş ve geçmişte siyasete olan güçlü destek maalesef değerler ve politikaların bütünü üzerinden değil bugün ekonomik veriler ve kaynakların vatandaşa nüfusu üzerinden geçici bir hal almıştır. Bugün sokaklara inip aşırılığa sahip olmayan vatandaşlara sorulduğunda büyük bir çoğunluğu hiçbir siyasi parti yolsuzluk ve rüşvete bulaşmaz diyemeyecektir.

Türkiye bugün dillendirildiği gibi yolsuzluklarla mücadele edebilecek bir iktidara değil,  yolsuzluk ve rüşveti bu ülkenin gündeminden çıkaracak şeffaf ve çoğulcu bir iradeye ihtiyaç duymaktadır.

Sorun öncelikle A veya B partisinde aranmamalıdır. Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları elbette ki bugünkü iktidar partisine ve iktidar algısına büyük zarar vermiştir. Sorun siyaset ve rant ilişkisinin önüne bir türlü set çekilememesinde ve iktidara kim gelirse gelsin mevcut yapı ve az demokratik olan seçim sisteminin liderlere atfettiği büyük yetkileri egale edememesinde yatmaktadır.

Seçim sisteminin bizlere dayattığı temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerinin uygulamada çoğulculuğu görmezden gelmesi ve öncelikli olarak siyaset liderlerinin tercihlerini oylamaya dönüşen seçimler, demokrasiyi de temel kriterleri ve beklentiler üzerinden cılız bırakmaktadır.

Türkiye siyaseti bugün top yekun bir sınavdan geçiyor. En büyük sınavı ise iktidar partisi ve yöneticileri vermektedir. Ancak geleneksel yapı içinde tablonun geneline ve halkın algısına bakınca Türkiye siyasetinin rüşvet ve yolsuzluk sarmalından mutlak suretle kurtulması şart.

Yolsuzluklarla mücadeleden anlaşılan düzenli bir cadı avı olacaksa bu mücadeleye hiç soyunmamak daha makbuldür sadece kişilerle mücadele edilerek yolsuzlukların önüne geçilemediği tecrübeyle sabittir. O nedenle öncelikle şeffaflığın elden bırakılmayacağı, sandık güvenliğinin sağlanmış olduğu demokratik ve çoğulcu seçimlerin yapılabildiği hesap sorulabilen yeni bir sisteme ihtiyaç duyuyoruz.

Salı günleri TBMM’deki grup toplantılarında birbirlerine verip veriştiren, işin ucunu hakarete vardıran siyasi parti liderlerinin olduğu bir atmosferde o liderlerin milletvekilleriyle kurulan komisyonla umutlandığımız yeni bir anayasa beklentisi içine girmenin ne kadar anlamsız olduğunu hep beraber gözlemledik.

Türkiye yeni bir döneme doğru yol alıyor, Türkiye’nin iktidarında kim olursa olsun sadece tek başına bir zihniyet değişimine değil yeni ve yenilenmiş kadrolarla ve etik kavramıyla beraber haram-helal ayrımının gerek manevi gerekse vicdani olarak genetiğine kodlayacak yeni bir siyasi hareketliliğe fazlasıyla ihtiyaç duymaktayız.       

 Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki Türkiye’de bugüne kadar iktidar ve iktidar ortağı olmuş siyasi partilerin yolsuzlukla imtihanları her daim vatandaşı üzmüş ve incitmiştir. Maalesef Türkiye’deki merkez siyasetinin en büyük kamburu hep bu olumsuzluklar olmuş ve halkta bu yönde negatif bir algı yerleşmiştir.

Büyük bir imtihan ve önemli bir dönüşümün öncesindeyiz. Siyasetin kendisi demokratikleşmedikçe sadece seçimlerle demokrasi aramak artık bir anlam ifade etmiyor. Gençler ve kadınların azınlık olduğu bir siyasetle Türkiye’nin yol alması artık mümkün de gözükmüyor. 

Siyasette hayallerin, emeklilik ve ihtiyarlık günlerinin konforu üzerine kurulmasının ve eşle, dostla, aileyle, ahbap çavuş ilişkisiyle siyasetin içinde olmayı bir maharet sanmanın önüne geçmek gerekiyor. 

Zihinsel ve bedensel olarak en aktif olunan dönemlerinde liderine değil ülkesine ve ülke siyasetine katkı sunabilecek, demokrasinin herkes için anlamlı olduğuna dair rol modele dönüşebilecek, dokunulmazlıklara, iktidar nüfuzuna ve eşitlik önündeki diğer her türlü engele karşı kendini kaybetmeyecek, hukuku ve hakları içselleştirmiş,  temiz siyasetin öznesi ve  vicdanın temsilcisi olacak yeni bir kadroya ihtiyaç var.   

Yolsuzluğun büyüğü, küçüğü diye bir ayrım söz konusu olamaz. Yolsuzlukların yapılmış olması kadar yolsuzluk yapanları bu duruma iten ve yolsuzluğun bir yöntem olarak işleyişe nüfuz etmesine olanak tanıyan siyasi, hukuki ve ahlaki noksanlıkları göz önünden uzak tutmamak gerekiyor. 

Ayrıca Türkiye'nin içinde bulunduğu "Barış Süreci" gibi son derece hassas bir dönemi göz önünden uzak tutmamak ve güncel siyasetin kısır çekişmeleri arasında iktidar ve muhalefet hassasiyetlerinin bu sürece zarar verecek eylem ve söylevlerden kaçınması önemli bir görev olarak dikkate alınmalıdır. 

Toplumda bir beklentiye dönüşen ve giderek artacağı anlaşılan Temiz Türkiye ve Temiz Siyaset talebinin doğru okunması ve Türkiye’de ki yeni bir değişim süreci olarak algılanması gerekmektedir. Türkiye zihniyet ve değer yargıları üzerinden adeta yeniden kabuğunu değiştirmek ihtiyacı hissetmektedir ve unutulmamalı ki kabuğunu değiştirmeyi başaramayan bünyeler çok büyük sıkıntılara gebedirler.    

   

21 Aralık 2013 Cumartesi

Mansur Yavaş ve CHP

İstanbul'da Topbaş ve Sarıgül arasında geçeceği belli olmaya başlayan seçim atmosferinde Başkent'te Mansur Yavaş'ın CHP'den adaylığa yeşil ışık yakmasıyla bambaşka bir sürecin içerisine girildi.

MHP kökenli olan ve Beypazarı gibi kasaba niteliğindeki bir Başkent ilçesini kısa sürede adeta dünyaya açan Avukat Mansur Yavaş 2009 yerel seçimlerinde Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kazanamasa da aldığı %27'lik oy oranıyla hafızalarda ciddi bir yer edindi.
 
Ankara'da Melih Gökçek ve Murat Karayalçın arasında ki bir yarış olarak geçmesi beklenen 2009 yerel seçimlerinde, bir önceki seçimlerde Beypazarı'nda 11.000 seçmenden aldığı %55'lik oy oranına karşın Ankara Büyükşehirde 656.895 seçmenle %27'lik bir teveccühe layık görülmesi ise başarının matematiği olarak okunabilir.
 
Mansur Yavaş CHP'nin adaylık teklifine olur vermeden önce bu konuyu ve onu bu adaylığa yönlendiren gerekçeleri web sitesinde ve Facebook hesabından paylaştı.
 
Bu ifadelere kronolojik bir düzlemde bakınca ortaya çok ilginç bir tablo çıkıyor.
 
Öncelikle 2009 seçimlerinde aldığı oya karşın ve adaylık konusunda ki tüm isteğini paylaşmasına rağmen MHP tarafından istenmeyen adam olduğunu Devlet Bahçeli'nin kendisi için sarf ettiği şu sözlere başvurarak ifade ediyordu; "İLGİ ALANIMIZDAN ÇIKMIŞ ŞAHSİYET, NE YAPARSA YAPSIN."
 
Devlet Bahçeli'nin başında olduğu bir MHP'de siyaset şansı kalmadığı artık netleşen Yavaş'ın, yaptığı açıklamadaki en ilginç nokta ise Demokrat Parti destekli adaylığında başına gelenler.
 
Seçimin finansmanı için eski Anavatan binasının satışından elde edilecek geliri düşünen parti yöneticilerinin bu niyetlerinin basına yansımasıyla, Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin "mülk sahiplerinin talebi olmadan ve imar yasasına aykırı olarak DP Genel Merkez Binasının Kültür Merkezi yapılması kararı alındığı" belirtilen ifadeyle Melih Gökçek'inde bu adaylığın gerçekleşmesini istemediği açıkça vurgulanmış oluyordu.
 
Genel Başkanlık potansiyeli taşıdığı için Bahçeli'nin dışlayıcı tavrı ve yüksek bir oy oranına sahip dişli bir rakip olması nedeniyle Gökçek içinde seçimi zora sokabilecek bir siyasi kişilik olması nedeniyle Yavaş'ın siyasette yer alma ve Ankara'ya Başkan olma isteğinin arttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
 
Tabii bunların hepsi bir yana diğer bir önemli husus da CHP içinde yükselen bir kısım tepkilerin ne anlam ifade ettiğidir.
Sağ ve sol olarak ayrılan ve ideolojik  derinliği olan bir siyasetin artık marjinal gruplar dışında kayda değer bir geçerliliği kalmadı ve roller öylesine birbirine karıştı ki ayırt edilemez hale geldiler. Sol ve sağ ayrımı zaman içerisinde ideolojik bir gelenekten gelen kişiler için nostaljik bir anlam taşımaya devam ettikçe, yeni ve çoğunluk olan seçmenler üzerinde anlamlı bir etkiye sahip olamadı. Seçmen de başta Ak Parti olmak üzere merkez sağ partilerin CHP'nin eskisiyle uğraşmasını öncelik haline getirmesi yerine, mevcut haliyle propaganda üzerinden ilkeli bir siyasi rekabet geliştirmesini bekler hale geldi. Tabi CHP'nin de yıllardır bozuk plak gibi aynı şeyleri tekrarlayıp, projesiz, vizyonsuz bir siyasetle uğraşmaktan vazgeçmesi gerektiğini de beklemek seçmenin en doğal hakkı.   
 
Sağ gelenekten gelen Aytun Çıray'ın, Bülent Kuşoğlu'nun, Muhammet Çakmak'ın kendini bulduğu bir CHP içerisinde bir kısım CHP'liler tarafından Mansur Yavaş'ın adaylığını sorgulamak ve adaylığa "sağ" engeli koymak geç kalınmış ve "yenilik" kavramıyla çelişen, günle uyuşmayan sorunlu bir yaklaşım gibi duruyor.
 
Hatırı sayılır oranda muhafazakâr ve milliyetçi seçmene sahip olan Ankara'da bu özellikleri de bünyesinde barındıran demokrat bir adayla ve yine o seçim bölgesinde ciddi bir oy oranına sahip bir siyasi parti olarak CHP'nin ortaya çıkaracağı sinerjiye şans vermek ve rakibin Melih Gökçek olduğunu göz önüne alınca Ankara seçmenine ve hatta Türkiye'ye böylesine bir seçim heyecanını da çok görmemek gerekiyor.   

15 Aralık 2013 Pazar

Çıplak Vicdanlar...

Ardı zemheri önü ayaz
Bak nede güzel yağıyor az az
Rahmetten merhamette çıkar
Üşüyenler değil ama
Vicdanı çıplaklar kesin donar…

3 Aralık 2013 Salı

Ferfecir

Müzmin Ayrılıklar Bahçesinde ;
Dikensiz bir gül, dilsiz bir bülbül
Yelesiz bir at, vakitsiz bir saat
Kafiyesiz bir şiir, esir bir şehir,
Gel gör ki güne kavuşan,
Her bir yan
Ferfecir...

2 Aralık 2013 Pazartesi

Siyaset-i Van


Ne olacağını, ne yapılacağını konuşmuyoruz.

Seçime 4 ay kala biz hala sorunlarımızı, yapılması gerekenleri, projeleri konuşamıyoruz.

Varsa yoksa aday adayları arasından seçilecek olan adaylara ve iki partiden hangisinin kaybedeceğine takılıp kalmışız.

Kim bize ne vadedecek bilmiyoruz, Van’ı nereye götürmek istiyorlar, Van’ı nerede görmek istiyorlar haberimiz yok.

İki parti arasında sıkışmışlığın ve alternatifsizliğin yerel yönetimlere uzanan sancılarını hep bir arada yaşıyoruz.

Görüyoruz ki bu siyasi partilerin yetkili ve etkin isimleri bu sürece dair bir rol alıp, kamuoyunu heyecanlandıracak bir siyasi performans sergilemiyorlar.
 
Siyasette seçmeninize yapabileceğiniz en büyük haksızlık iddiasızlıktır.

AK Parti’de Büyük Şehir belediyesini almaya dönük en ufak bir heyecan ve eleştiri güruhu görülmediği gibi, BDP’de en başarılı Belediye Başkanlarının bulunduğu bölgelerde kadın aday uygulamasına giderek adeta seçmeninin memnuniyetini test ediyor.

Sanki herkes kaybetmek için çabalıyor.

 Aslında siyasi partilerimizin üzerine serpilmiş ölü toprağında suçu onlara yüklemenin doğru olmadığını düşünüyorum.

Suç öncelikle biz de, seçmenlerde.

Sırrı Süreyya Önder’in güzel bir sözü var; “Eski tarz belediyecilik, eski tarz siyaset mülga oldu, yok hükmünde artık. Farkında olmayanlar uzatmaları oynuyorlar. “Asfalt belediyeciliği” diyorum ben buna, bu belediyecilik bitti.”

Evet doğru diyor Sırrı Süreyya, bu siyasette bu belediyecilikte  bitti. Lakin İstanbul’da bitti, Ankara’da bitti, Diyarbakır'da bitti. Bizim buralarda bitmedi.

Biz seçmenlerin beklentisinin bu kadar düşük olduğu bir yerde ne mevcuttan nede başka bir partinin belediyeciliğinden temel hizmetler dışında çok bir şey beklenmemesi ve hizmette fazlasının da siyasetçiler tarafından benimsenmemesi doğaldır.

Bundan dolayıdır ki biz hala, adayların kim olacağını konuşup durmaktayız. Van’ın ne olacağını, nereye gitmesi gerektiğini, insanımızın yerel yönetim hizmetlerinde standartlarının ne olması gerektiğini,  Van’ın hangi gelişim aksı üzerinde yol alması gerektiğini ve burada yerel yönetimlerinin rolünün ne olacağını hiç tartışmaya dahi lüzum görmüyoruz.

Hepimiz biliyoruz ki demokraside çeşitlilik olsa dahi, önümüzdeki yerel seçimler bölgemiz adına iki partiden birinin galibiyetiyle sonuçlanacak.

Ancak bizim buralarda demokrasinin gelmiş olduğu çıtamı çok yüksek yoksa biz mi mevcudun gerisinde kalıyoruz bazen tereddüt ediyorum!

BDP ve AK Parti’den birinin kazanacağı seçimlere aylar kala karşılıklı centilmenlik anlaşması imzalanmışçasına ortada en azından olması gerektiği gibi demokratik bir eleştiri mekanizması yok.

Buradan bir seçmen olarak bende uyanan algı AK Partiye göre BDP’nin Van Belediyesinde başarılı olduğu, BDP’ye göreyse AK Partinin il geneli hizmetlerde başarılı olduğu yönünde.

Bunun başka bir izahı olamaz.

Hele ki Van Belediyesinin cari borcunun eski parayla 780 Trilyon olduğunu söylemek Saadet Partisi il Başkanına kaldıysa, Belediye bu iddiaya cevap vermiyor ve AK Parti’de üstelemiyorsa, yani işin doğrusu nedir ne değildir öğrenemiyorsak o zaman ne şiş yansın ne de kebap...  

Van en iyisini, benim desteklediğimi hak ediyor, kesin şu veya bu kazanacak gibi tek taraflı ve iddialı cümleleri çok doğru bulmuyorum ama bildiğim bir şey varsa o da söz konusu seçim yerel seçimlerse önce partilerin ve sonra siyasetçilerin iddialı ve vizyoner olmalarını açıkçası önce umut etmek en azından hakkımız olmalı.

Büyükşehir Adayları tamam gibi, diğer belediyeler için herkese aday toto için bol şans... 

 

    

 

24 Kasım 2013 Pazar

Öğretmenlere

Ne zaman bana yaraşır, nede ben zamana
Ta ki vakti gelene kadar ayrılığın…

Küçüktüm öğretmenin,
Hem de çok küçük;

Anlattın…
Bir anladım, Bir Anlamadım…
Ve cebinden çıkardığın kumaş mendilinle,
Burnumuzu silmek zorunda kaldığında oldu…...
Kara tahta, kara önlük ve hepsine inat beyaz tebeşir
Renkliliği ve şımarıklığı kaçıran bir neslin son temsilcileriydik
Doyasıya yaşayamadık yaramazlığımızı...

Öğrettin…
Bir öğrendim, bir öğrenemedim…
Nereden bilebilirdim sistemin böylesine çarpık olduğunu,
Elinde beslenme çantalarıyla biz,
Geceden haşlanmış yumurta ve soğan kokan haylazlar,
Taştan kale kurup, taştan toplarla oynardık oyunumuzu,
Tahtadan sıralara kazırken ismimizin baş harfini,
80 kişilik sınıflarda anlayamadık eğitimin kıymetini…
Yediğimiz dayaklar yanımıza kar mı kaldı bilemem
Eti senin, gerekirse kemiği de senin diyen ebeveynlerin evlatları bizler
Dayak yiyen son talebe neslinin temsilcileri de olduk istemeden

Ezberlettin…
Bir ezberledik, bir ezberleyemedik…
Müfettişler önünde ezbere şiir okumanın havası bir başkaydı,
Ve bayram günlerinde ansızın büyünce kıyafetlerimizle,
Bir doktor, bir asker bir hemşire oluyorduk üniformalarımızla,
Çocukları seven ama çocukluğu sevmeyen bir milletin bakışları altında,
Siz yaşlandıkça biz büyüyorduk sevgili öğretmenlerim…

Sanki artık zaman da bize yaraşıyor ve biz zamana,
Vakti geldi ayrılığın çocukluktan,
Yaş 30’u geçince uyanmak gerekiyor bu uykudan,
Büyüdük ve ne kadar büyürsek büyüyelim,
Öğretmenlik bizim örgütlü çocukluğumuzun en kıymetli hatırası oldu...

Öğretmen bir dedenin torunu, Öğretmen bir annenin evladı,
Ezberci bir ülkenin ve sorgulamayan bir toplumun ferdi olarak,
Zaman zaman öğretmekten ve hala öğrenmekten her zaman keyif alarak,
Üzerimde emeği olan tüm öğretmenlerime ve öğretmenlerimize;
Zordu biliyorum ama siz üzerinize düşeni fazlasıyla başardınız, minnettarım...