16 Ekim 2011 Pazar

Barış Bize Emanet Olsun


Hasan Cemal bizi barışa emanet ede dursun, Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünde geldiği nokta her ne kadar hala kan akmaya devam etse de bugüne kadar gelmiş olduğu en ileri noktadır. Türk tarihindeki savaşların nihai hedefi olan  “Ya istiklal, Ya Ölüm” ve “Bu yolda ölmek var, dönmek yok”  gibi temel söylevlerin neticesi olan militer bir  ‘Zafer’ hırsının önüne sivil bir ‘Barış’ arzusunun kuvvetlice geçebildiği tarihi bir dönemin içinde bulunmaktayız.

Neredeyse ülke demografisinin ortalama yaşı kadar bir iç çatışma geçmişinin olması, haliyle artık başta gençler olmak üzere neredeyse her vatandaş üzerinde ağır bir psikolojik yük oluşturdu. Bir taraftan büyüme rakamları açıklanıp rekor üstüne rekorlar kırılınca istikrar adına seviniyorken diğer bir taraftan da ülkenin güney doğusundan gelen ve geneline yayılma ihtimali olan silah ve bomba sesleriyle derin bir umutsuzluk içine girebiliyoruz.

 Genel seçimlerde tüm oyların yarısını alan bir iktidar partisi ve devamında sırasıyla her biri birbirinin yarısı civarında oy alan CHP, MHP ve BDP gibi dört partili ve dengeli bir meclis dağılımının olması ise üzerinde tekrar tekrar durulması gereken bir konu.  Oy oranları bakımından dört tane yarımdan müteşekkil bir meclisten, toplumun bu seferki talebi yarım ya da eksik değil tam anlamıyla belirgin bir halde.

Toplam oyların yarısını alan ve bunu tam olarak kafalarda netleşemeyen ‘Demokratik Açılım’ sürecine rağmen gerçekleştiren AK Partinin, milliyetçi ve muhafazakâr bölgelerden aldığı oyların yoğunluğuna bakınca ekonomik istikrarın sürmesine dair beklentinin yanı sıra, özellikle Kürt sorununun çözümüne dair ülkenin bu konuda en sert tepkiyi göstermesi beklenen bölgelerinden dahi ciddi anlamda bir güven oyu aldığını görebiliyoruz. PKK – MİT görüşmelerine kolektif reaksiyon gösterilmemesi de bu desteği ciddi biçimde kuvvetlendiren bir olgu.

Bağımsız blok olarak seçime giden yani dolayısıyla BDP’ye  verilen oyların yoğun olduğu coğrafyaya  bakınca Kürt sorununun en büyük mağduriyet mekanını da rahatlıkla harita üzerinde görebiliyoruz. BDP’nin yoğun oy aldığı güney doğu ve doğu seçim bölgelerindeki Kürt seçmen ise sorunun çözümünde, ülke genelinde AK Parti’de olduğu  gibi  BDP’ye de  teritoryal  sınırları aşan genel bir görev yükleyerek güven oyu vermiş ve barışı es geçmeme adına önemli mesajlar vermiştir. BDP ise meclisi protesto etmeye  son verip yemin ederek, seçmen kitlesinin beklentileri ve talepleri için meclis çatısı altında siyaset yapma yolunu seçerek en doğru kararı almıştır.

CHP ve MHP’nin ise özellikle bundan sonraki sürece yaklaşımını Leyla Zana’nın milletvekili yemin metnindeki Türk Milleti ifadesi yerine “Türkiye Milleti” ifadesini kullanmasını derin bir krize dönüştürmeyerek üzerinde durmamalarını bundan sonrası için özellikle yeni Anayasa sürecinde ayakları yere daha sağlam basan, uzlaşılabilir bir meclis göreceğimize yorabiliriz. 

Kendi kendimizi kırdığımız bu savaşın sonunda, ortak kabulün akan kanı arttıracak mutlak bir askeri zafer ve bu süreci baltalayacak zafer gösterileri değil de,  barış olması gerektiğinin Türkiye toplumunun tamamının bilinçaltında da yer bulması kaçınılmaz. Barışa giden yolda psikolojik eylemlerin ve toplum mühendisliklerinin bir kenara bırakılarak, toplumun geniş kesimlerinin zaten yüksek sesle arzuladığı Barış olgusunun içinin doldurulması gerekiyor.
  Barış talebinin bu kadar arttığı bir atmosferde, toplumsal barışın nitelikli bir hal alabilmesi ve topluma esenlik katabilmesi, bu süreçteki tüm siyasi aktörlerin en önemli ödevi olmalıdır. Barışa giden yolda atılan her vicdani ve akil adım tarihe geçmekle kalmayacak, kadirşinas Anadolu halkları tarafından da kutsanacaktır.

Tecrübeyi yediğimiz kazıkların toplamı olmaktan çıkarıp, Oscar Wilde’ın dediği gibi “İnsanların hatalarına verdiği isim” olarak kabul edip yola devam etmemiz lazım. Tabi bunu yapmaya çabalarken de Cemil Meriç’in  “En büyük düşmanımız önyargı, en büyük ihtiyacımız diyalog!” sözünü hem aklımızdan hem de günlük yaşamımızdan çıkarmadan halk olarak bu sürece destek olmalıyız. Bizi barışa emanet eden Hasan Cemal’le beraber her birimiz artık Barışı bir vatandaşlık görevi olarak kendimize emanet edebilmeli ve artık rahat bir şekilde barış bize emanet olsun diyebilmeliyiz…

COT - Ekim 2011

13 Ekim 2011 Perşembe

Umuda Tebessüm

                       

Kayıp Kentin Ruhu


Kayıp kentin ruhunda gezinirken, sarmaş dolaş yürüyordum hatıralarla.

Çocukluğumda saklı bir kent ve bana ait hatıralarla değişen sokaklar.

Bu kentle gülerdik, bu kentle ağlardık. Bizi taşırdı içinde tüm yükümüzle. Tüm yüküyle severdik onu.

Küfesinde kilolarca yük taşıyan bir hamal gibiydi  benim için.

İlk defa onda öğrendim aşık olmayı ve yine onda öğrendim ayrılığı.

Geceler olurdu, gökyüzünün daha yakın olduğu. Gece mavisini ilk defa tanıdığım geceler. Yüksek bir dolaptan şeker almak için çırpınıp duran çocuklar gibi olurdum böyle gecelerde.

Birazcık zıplayıp parmak uçlarımla yıldızlara dokunmak istiyordum. Büyüyüp yıldızları koltuğumun altına alacağım günleri hayal ederek geçiriyordum, yazlardan geleceğime hatıra bırakacağım böyle geceleri.

Çocukça bakışlarla görebildiğimiz kadarını görmeye çalışıyorduk. Gençlik hayallerine dalıyorduk hep beraber. Büyünce ne olacağımıza karar veriyorduk, beğenmeyip mesleklerimizi değiştiriyorduk.

Etrafımızda tedavi edecek hasta kalmayıncaya kadar doktor oluyorduk. Hastalarımızı öldürmemek için çırpınıp duruyorduk. Çocuk zihinlerimizdeki hastalıklar tükenince vazgeçiyorduk doktor olmaktan.

Mesleklerimizi değiştiriyorduk, hemşireleri bir anda işsiz bırakıyorduk. Ağaç gövdelerinin ve toprak tümseklerin çekiciliğine aldanıp Kovboy oluveriyorduk, toza çamura bulanıp annelerimizden dayak yeme  pahasına.Televizyonun bize öğrettiği gibi kızıl derili avına çıkıyorduk. Kırık dallarla birbirimize ateş ediyorduk, çalı parçalarını ağızlarımıza sigara yapıyorduk.

Birinin gerçekten ölmediğini anlayana kadar kovboyculuk tutkumuz şiddetle devam ediyordu.

Önceleri insanların ölmemesini isteyen doktorlarken, bir anda birbirlerini öldüren, kafatası yüzmeye özenen  barbarlar oluyorduk, işte çocukluk buydu.


Çocukluğun güzelliği de buradaydı. Bir anda her şey yada hiçbir şey olma lüksüne sahiptik. Hep büyük bir insan olabilmenin hayaliydi çocukluğumuz.

Futbol topunun peşinden delice koşardık, annelerimizi balkonlarda avaz avaz bağırtana kadar evlere girmemek için çırpınırdık.

Bir anda büyüdük, hepimiz yeni  hayatların birer parçası olduk.

Büyünce hep beraber uğradık hayal kırıklıklarına. Tek suçları  topraklarını istila edenlere karşı kendilerini savunmak olan Kızılderililere saldırmanın verdiği hazzın acısını hissettik yüreklerimizde.

Çoğumuz doğduğumuz ve büyüdüğümüz yerlerden koptuk. Koptuk ama bize verdiklerinden, duygulandıran ve heyecanlandıran yanlarından kopamadık.


Dokusunu taşıyoruz yüreklerimizde, ilik ilik yüreğimize işlenmiş motiflerle bir halı taşıyoruz içimizde bir yerlerde.

Çocukluğumuzun işlendiği, bizi heyecanlandıran ve hüzünlendiren bir halı.

Gençliğimize başladığımız yıllarda ilk aşkın, ilk ayrılığın, ilk yalnızlığın ve ilk mutluluğun motifleri içine, göz yaşlarımız ve kahkahalarımızla bir halı dokuyoruz yüreğimizde.

Özlüyoruz hepimiz, bunu çok şiddetli hissediyoruz. Bir araya geldiğimizde,kaybolan kentin ruhunda kalan ağlatasıya güldürücü hatıralarımızı birbirimize anlattığımızda, ardından mutlaka  özlem dolu  tebessümler beliriyor.


Çok uzağında da olsak kayıp şehrin, yada tam ortasında, biliyoruz ki çocukluğumuzu taşıyan hatıralar, özlediğimiz kentin ruhunda…

COT - 2005

GÖLE YAZILMIŞ BİR DESTAN


                                     
                              Kaç destan eskitirsin sen,
                              Nice milletlere şahitlik eden
                              Dalgalarında ne gemiler eskittin,
                              Çevrene yüzyıllardır ne balıklar yedirdin..
                              Bu destan sana,ama
                              Sen bin destana bedelsin
                              Nice şairlere,
                              Nice ressamlara ilham verensin..
                              Urartular gelmiş,
                              Yerleşmişler seni görebilecekleri
                              Her yere..
                              Sensin bir medeniyete ışık tutan,
                              Batmasına şahitlik eden
                              Sensin hasretlerine hasret katan..

                              Ne vakit sana baksam,
                              Gözlerim  mavi olur,
                              Düşlerim derya..
                              Martılar uçar üstünde,yüzyıllardır.
                              Nede güzel yakışır kıyılarında duran
                              Her ademoğlu yapısı,
                              Tanrının her yarattığı..

                              Dalgalarınla hiçbir okyanus yarışamaz
                              Kim ki yaşarsa seninle
                              Kimse sana göl diyemez
                              Seni bir kere izleyen
                              Bir daha izlemeden edemez....

                              Dağlardan bir başka görünürsün,
                              Dağlar ,senden  bir başka..
                              Erekten kanatlanan turnalar
                              Ne güzel uçarlar üstünde
                              Sıra sıra süzülerek maviliğinden,
                              Geçerek Süphanın derinliğinden,
                              Göz yaşlarıyla ayrılırlar.
                              Enginliğinden...
                             
                             







          
                              Sodalı suyun bir başka    
                              Yok tadı başka hiçbir suda
                              Yüzerken senin kollarında,
                              Erimek ne güzel baharında...
                              Çıkınca kollarından,beyaza bulanmak
                              Üstümdeki sen ile güneşte yanmak
                              Anlatamam apayrı bir fark,
                              Nasip olmaz herkese       
                              Tanımak seni böylesine..

                              Baharda ayrı güzelsin,
                              Güz de ayrı..
                              Doyum olmaz seni seyre
                              Bir gün batımında,sahilde..
                              Nasıl batar sende güneş çoşkuyla,
                              Kıpkızıl bir top nasılda
                              Yakar geçer,
                              Gözleri büyüler semalarında..
                              Renklerden bir demet düşürürsün dağlarına,
                              Ne zaman aklıma yaşadığım gelse,
                              Güneşi batırırım düşlerimde,seninle...

                              Mehtabın farklıdır dalga sesleriyle,
                              Yakamoz düştüğü gecelerde,
                              Kokun burnuma değdiğinde
                              Ruhum seninle dolar
                              Doyumsuz seyrettiğim saatlerde...

                              Bu destan sana,
                              Üzerinde yakılan krallara,
                              Eskittiğin uygarlıklara,
                              Sende yaşamış tüm balıklara,
                              Senden balık çalan tüm martılara,
                              Üzerinden uçan tüm turnalara,
                              Sende kulaç atmış tüm insanlara,
                              Üzerinden geçen bulutlara,
                              Yaşattığın canavara,
                              Sana taş atan aşıklara,
                              Bu destan sana...










                             
                              Sahillerinde nice aşıklar,
                              Elele dolaştı..
                              Tamara ağıtlarını,üzerinde haykırdı.
                              Çobanın kanı sularına karıştı,
                              Yüzyıllardır üstünden bu çığlıklar kalkmadı,
                              O günden beri sularından kaçmadı kızıllık..
                             
                              Semaverler tüttü eteklerinde,
                              Piknikler yapıldı cümbür cemaat
                              Yada tek tük kenarlarında..
                              Kaç çocuğu ağlattın,
                              Toplarını kaçırarak..
                              Nelere şahit oldun,bir konuşsan
                              Bana dedelerimi anlatsan,
                              Muhakkak gelmişlerdir yanına ,
                              Almışsındır kollarına,
                              Bir konuşsan bana geçmişi anlatsan,
                              Çobanın çığlıklarını duyursan...
                             
                             
                              Var mıdır senin gibi, tarihte
                              Üstünden ezan sesleri duyulan,
                              Kilise çanları çalınan..
                              Suyunda abdest alınan,
                              Sahillerinde namaz kılınan..
                              Çocuk kutsanan,
                              Başka bir göl var mıdır,
                              Kendine böyle destanlar yazdıran..

 
                               Sana göl dedik mi kızarsın,
                              Denizsin,ulu deryasın
                              Kızdın mı okyanus gibi kabarırsın,
                              Ah bir konuşsan da bana hatıralarımı anlatsan..















                              Üzerinde ne martılar uçtu,
                              Gölgelerini bırakarak.
                              Rüzgarlar sende başladı,
                              Okyanuslarda kavuştu.
                              Şimşekler çaktı üstüne    
                              Bana mısın demedin.
                              Dağların arasında,
                              Gözleri büyüledin,
                              Gönüllere işledin..
                             
                             
                              Denizlerden bu kadar uzak,
                              Denizimsin.
                              Üzerinde yüzen bir tren dolaşan,
                              Yükleyip koca vagonları üstüne,
                              Bir iskeleden diğerine koşuşan,
                              Van da başlayıp Tatvan da kavuşan
                              Seyrettiğimsin..
                             

                              Sana yetmez bu kadar,   
                              Senin her damlan bir destan..
                              Ben sensiz olamam,
                              Mavin siz dayanamam..
                              Semalarıma renk veren,
                              Ufuklarda güneşimle birleşen
                              Bu destan sanaydı,
                              Okyanus bakışlım,
                              Hakan duruşlum,
                              Bu destan sana........

                             
                              COT - 2004

Kırılan Kanatlar


Yüreğim kanadı kırık bir kuşun feryatlarını sayıklıyor, herhangi bir acının en ateşli yerine dalasım geliyor ansızın tüm benliğimle.

Bir uçurum çıkıyor yolun sonunda karşıma, bağırmak istiyorum delice, sesim defalarca yankılanıyor ve sonsuzluğa bağırmanın garip hissi kaplıyor bedenimi.

Koştum bir gece vakti ,çocuktum, annem henüz sırtımda boncuklaşan terimi silmemişti, kaçtım açık kapıdan ve koştum delicesine hızlanarak, işte o an anladım, özgürlük buydu, nefesim kesil, tükendim, yalnız kaldım, ürktüm, korktum ve ağladım, yalnızlıkta bu olsa gerek diyerekten, büyüdüğüm zaman bir ara düşledim o anı derinden. Arkamı döndüm ve evimin ışığı parladı ansızın gözümde, bir umut koştum  kapı hala açık ve yatağım sıcacık.

Bir hayaldi belki yukarıda anlattığım ama ben hep gerçekmiş gibi yaşadım. Düş diyarlarından hisleri satın aldım ve çocukken topladığım çiçekleri her gece rüyalarımda yeniden suladım.

İnsanın yüreği sevdaya değmeye görsün, dünyayı sarası geliyor tüm benliğiyle ve hayal kırıklıklarını eski fotoğrafların arasına kaldırıveriyor, tozlanmak üzere. Her sevda aslında bir hayal depremi insan gerçek sevdasını bulamadıkça.

Yapay ürünlerin dünyasına karışmış yapay sevdalar arasında, kısır daireleri çember yapıp çevirmenin sahteliği var kelimeler arasında.

Birbirini anlamayan insanların dünyasında, yarına ait bir kargaşa var, bir hesap var, kimsenin bir türlü ucundan tutamadığı. Yapay cennet sevdası var insanların gözlerinin arkasında, cehennemi sigarasının ateşi sananlara dolu tuhaf bir karışıklık var şehrin orta meydanında.

Koş yarın seni bekliyor diyenlerdense, bugünü bitirmek isteyen kalabalıkların adımlarıyla inliyor dünya. Gökyüzünü izleyerek yürüyen avare bakışların, cüzdanını kaptırmasını izliyor sokak ortasında şehirler.

Bir güvensizlik, bir esaret, bir yalnızlık duygusu sarmış etrafımızı dolandıkça dolanıyoruz kendimizde hayat bulan hayal kırıklıklarımıza. Boşluğuna denk geldi insanlar  dünyanın ve bir türlü dişlisine çark edemeyen bir devirsizlik halindeyiz. Rölantide miyiz yoksa su kaynatmak üzere olan bir motorun üstünde miyiz, çözmek gerekli.

Zor sualler oluyor bazen, insanın kendine bile sormaktan çekindiği ve var olmanın doğal ukalalığından  olsa gerek, insanın kendini beğenmişliği gelmiyor aklına ve insan  tevazuyu ayaklar altına alıp, insan olmanın tüm intikamını kendi egosunun sırtına yüklüyor. 

Yakılan her ateş, atılan her bomba bağrımı delip geçiyor, insan olduğuma her dem şükrederim ama insan olmaktan utandığım anlarda yok değil. Huzuru kendi içinde aramaktan dahi  aciz bir neslin bir parçası olarak, kendime anlattığım tüm mutlulukları şu an yazasım geliyor kağıdın üzerine. Anlatasım geliyor, hayal dünyama ait ne varsa güzellik adına, sokakta karşıma çıkan ilk insana.

Nafile çabalarım onu da biliyorum, kuş olup uçasım geliyor, kanat çırpasım geliyor denizlerin üzerinde, ama her denememde yeni baştan kırılıyor kanadım.


COT - 2006

11 Ekim 2011 Salı

Milletvekili aday adaylığı ve etik

Milletvekillerinin seçileceği genel seçimlere sayılı aylar kala, aday adaylığı müracaat sürecinin takvimine denk gelinmiş olması ulusal ve yerel basındaki bürokrat istifa haberleri ile gündemi ısındırmaya başladı. Milletvekili adayı olmak için elbette ki anayasada belirtilen şartları taşımak yeterli. Sırtınızı dayayacak bir siyasi partiniz olsun ya da olmasın, bağımsız aday olmanın yolu herkese açık.
Ancak Türkiye’deki seçim barajı sorunu nedeniyle bağımsız milletvekili olmak, özel şartlar içinde değilseniz çok ama çok zor bir olaydır. Özel şartlar dediğimiz zaman aklımıza hemen BDP gelmektedir.

Başarının özel koşulları
BDP baraj sorunu olan, ancak bu sorunun Meclis’te temsil edilmenin önünde engel olmasına karşı pragmatik yaklaşımlar geliştirerek seçimi bağımsız kazanmış adaylarla Meclis’te grup kurmayı başarabilmiş tek siyasal oluşumdur. O nedenle Meclis’e bağımsız olarak giren aday sayısını gösteren istatistiği salt bir bilgi olarak değil de içine sosyoloji ve siyaset bilimi katarak değerlendirmek durumundayız.
Bu da bizi arkasında herhangi bir siyasi parti desteği olmadan neticelenmiş bir adaylık sürecinin milletvekilliğine dönüşme başarısını ve adayları o başarıya götüren özel koşulları barındıran arka planı görmekten alıkoymamalı. 2007 genel seçimlerinin ‘Bin Umut Adayları’nı çıkardığımız zaman Mesut Yılmaz, Muhsin Yazıcıoğlu, Kamer Genç ve Seyit Eyüpoğlu dışında tam bağımsız adaylıktan söz etmek zor olacaktır.

Milletvekilliği  meslekleştiriliyor
Milletvekilliği onurlu ve itibarı yüksek bir görevdir. Şüphesiz halkın bu göreve talip olan kişileri doğrudan seçmeleri dururken göreve talip olan kişileri muhtemelen siyasi partilerin kendilerine has o sihirli yöntemlerine de başvurularak ilgili seçim bölgesinin çıkaracağı milletvekili sayısına indirme veya tamamlama çabaları bir küskünler dağı yaratmamak adına genel merkezlerin korkulu rüyası haline dönüşmektedir.
Özü itibariyle bir görev olduğunu söylüyor olsak da siyasi kültürümüzün yıllar süren birikimi ve merkeziyetçi siyasi yapının sürmesiyle milletvekilliğini meslekleştirmiş bulunmaktayız.
Milletvekilliğini emanet alınmış bir yasama ve denetim görevinden, iktidarla güçlenen, muhalefetle heveslenen ve yürütme erkinin parçası olma tutkusuna dönüştüren bu süreç, siyaset kurumunun yıllar içinde gelişen tıp, mühendislik, sosyal bilimler gibi alanların çok çok gerisinde kalmasına neden olmuştur. Meslekten değil ama çekirdekten siyasi kadroların yetişmesine engel olmuştur.
İnternetin medya ayağı, tanıtım ve reklamı herkes için daha da kolaylaştırdığından şu sıralar hangi yerel haber sitesini açarsanız açın, karşınıza aday adaylarının tanıtım ve reklamları çıkacaktır. İktidar olan ve iktidar olması beklenen AK Parti’den adaylık müracaatında göz önünde bulunan kişilerin çoğunluğunun bürokrat olmaları bariz bir şekilde göze çarpıyor, yazılıp çiziliyor da. Kendi kadrolarını yetiştiremeyen siyaset kurumunun en büyük handikabı işte bu noktada başlıyor.
Aday adaylığı sürecinde bu kadar çok bürokratın istifa ederek müracaatta bulunmuş olması ve bu kişilerin ekseriyetinin tercihlerinin de yılların tek başına iktidarı AK Parti’de temerküz etmiş olması, kamu etiğinin ve siyasi etiğin yeniden ve bir arada gözden geçirilmesini gerekli kılıyor.
‘Milletvekili aday adayı oldum, geri döndüğümde bürokrasideki kariyerimi daha ileri taşırım’ anlayışına bir set çekmek ve devletin tarafsız kamu hizmeti vermeyi sürdürebilmesine gölge düşürmemek gerekiyor. Bunun için de ilk olarak atılması gereken adım, iktidar iddiası olan tüm siyasi partilerin kendilerinden aday adayı veya aday olup da seçilememiş bürokratların kamu görevindeki ilerlemelerini etik değerler çerçevesinde takip edecekleri mekanizmaları kurmak ve bunu sadece bürokratlarla sınırlamadan diğer meslek grupları için de genişletebilmektir.
İster kamu görevlisi, ister müteahhit, isterse işsiz olsun, seçilme hakkı herkes için anayasal bir haktır, ancak yasaları işler kılmak için önşart, kamu vicdanını incitmemektir.

Her türlü siyasi oportünizmle mücadele
Aday adaylığını ve adaylığı kamu kariyerinde bir basamak olarak kullanmak isteyebilecek olan bürokrata da, ‘Yarın öbür gün iş alırım, köşeyi dönerim’ gayesi güden müteahhit veya iş insanına da, milletvekili seçilip zenginleşene de, kısaca siyaseti bir rant alanına dönüştürüp iktidar üzerinden şahsi menfaat sağlama eğilimine karşı tüm siyasi partilerin, kamu etiği ve siyasi etik çerçevesinde yeni bir yaklaşım ortaya koyması gerekmektedir. Siyasetin istismarının önüne geçebilmek için, aday adayları hangi meslek grubundan geliyor olursa olsun, iyi ve kötü yaklaşımların birtakım etik değerler çerçevesinde ayırt edilmesine yaklaşılmasının önünü açabilmek için her türlü siyasi oportünizmle mücadele edebilecek azim ve kararlılığa sahip olmaktan çekinmemek lazım.

Can Ozan Tuncer

Başım Gözüm Üstüne Ahtamar

Ah Tamar’dan, Ahtamar’a ve bugünkü adlandırılmasıyla Akdamar’a gelinene kadar geçilen yollardan 19 Eylül’e değin, öfkenin, nefretin ve soykırım demenin hâkim olduğu zıtlıklarla dolu bir duygu seli, Van Gölü’nün dalga seslerine karışan sabah ezanının ardından öğlen vaktine doğru Akdamar Adası’ndan yükselen çan seslerinin yaklaşık olarak bir asır sonra ilk defa böylesine ahenkle çınlamasıyla hepimize umut oldu.
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe dillerinin en acıklı ve en zalimce vurgularının bir arada yükseldiği 1915’ler tarihselliğinde yaşanmış olayların günümüze Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve diyaspora Ermenileri üzerinden taşınması bugüne kadar Ermenistan devletini dışarıda bıraktığı kadar, Türkiye vatandaşlarının ekseriyetini konu hakkında tek taraflı entelektüel bir atalet içine sürükledi.
Yeni bir dönüm noktasının eşiğindeyiz. Yapımı 900’lü yıllarda gerçekleşen şahane bir mimari eserin, 1950’lerde yıkılmak istenmesi ve bugün de  senede bir gün dahi olsa ibadete açılmasına izin verilmesi Türkiye’nin yıllar içinde geldiği noktayı görmek adına son derece önemli ve sevindiricidir. İnsanın inanç dünyasına ait değerlerle arasında bir bağ kurmakta zorlanması ve inancı doğrultusunda inancıyla özdeşleşmiş mabetlerde bulunamaması muhakkak ki  en ceberrut  insanı dahi  hüzünle doldurabilecek bir gerçekliktir.
100 yıl öncesinin Doğu Anadolu’suna baktığımızda, kavganın, karşılıklı katliamların, mecburi ve zorunlu göçün yaşandığı, Van Gölü’nün mavisinin kızıla çaldığı, insanın tüylerini ürperten, uykularını kaçıran büyük bir dramın izlerine o günleri yaşamış insanların bugün hayatta olan çocuk ve torunlarının bilinçaltında ve yüreklerinde rastlamamak imkânsız. Tarihin kaydettiği bu büyük kavganın çok acı kayıplara yol açmış olmasının verdiği karşılıklı kan davasını ve nefret tufanını sonlandırmak için Türkiye tarafı bu ayin törenine izin vererek önemli bir adım attı. Vanlılar da 100 yıl öncesinde komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin olduğu Ermeni kardeşlerinin çocuk ve torunlarını devletin attığı adımın çok  ötesinde bir samimiyetle kucaklayarak evlerinde konuk etme, güler yüzle karşılama gibi son derece erdemli bir tutum göstererek doğuya has o meşhur “başım gözüm üstüne” deyişini somutlaştırarak tüm dünyaya önemli bir mesaj verdiler.
Bu ayin programıyla şekillenen kültürel etkinliklerden birinde Dışişleri Bakanlığı takdimiyle 100. Yıl Üniversitesi’nde Surp Haç Kilisesi’ni yaptıran Kral I. Gagik Arzruni’nin torunlarından Amerika’da yaşayan İstanbul’lu Şahan Arzruni  ile beraber, Sevil Ulucan ve Kevork Tavityan’la  verdikleri klasik müzik konserinde Vanlı bir Ermeni besteci olan ve soyadı Van merkeze çok yakın olan eski bir Ermeni köyünün adıyla benzer olan Vağarşag Srvansdyans’ın (Zırvandanıs) Siruhis (Sevgilim) ve Bıcingo (Canım Benim) adlı eserlerini dinlerken müziğin mutluluk yayan gölgesiyle savaşa ve kardeş kavgasına lanet etmekten alamıyor insan kendisini.
Van’da çok dilli yayın yapan bir gazetenin misafirleri evlerde konuk etme kampanyası ve Ermenice manşetle basılması, valiliğin gayretli çalışması, belediyenin Ermenice afiş ve broşürler, halkın ilgisi ve merakı bir araya gelince ortaya çıkan hoşgörü ve misafirperverlik sinerjisi gelecek adına hem Türkiye’ye hem de konunun diğer  muhataplarına yeni bir barış dili kullanma adına çok ince mesajlar vermektedir. Sadece ayinin icrası ve şekilselliğiyle ilgilenen herkesin  100 yıl önce yakılıp yıkılan harabeye dönmüş bir şehrin küllerinden,  bugün sesi cılız çıksa da kendi yerelliğinin sınırlarını aşmaya çalışan, coğrafyasıyla Asya, bölgeselliğiyle Anadolu kokan bir iç deniz yöresinden  önemli bir barış ve hoşgörü mesajı yükselmektedir. Van ve Vanlılar üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdi, şimdi sıra hepimizde...
Can Ozan Tuncer
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=1020311&Date=12.10.2011&CategoryID=99

19 Mayıslar ve Gençlik

Her 19 Mayıs, ilk olarak tarih derslerimizden aklımızda kalan, Samsun limanına yanaşan bir vapurdan Anadolu’ya atılan ilk adımdır bizim için.  Ardından dersleri kırmanın sonlanmasının verdiği liseli hüznünü bastırmak için müziğin coşkusuna kapılarak haftalarca ezberlenen ritmik hareketlerle stadyum dolusu kalabalıkları coşturmaya çabalamaktır.

Birçok vatandaşa 19 Mayıs nedir diye soruduğunuzda alacağınız cevap çoğunlukla ‘gençlerin eğlencesidir’ şeklinde olacaktır. Sokak röportajlarında sorulan sorulara verilen alakasız ve çeşidi bol cevaplar gibi masum ve ülkemizin sinesinden yükselen samimi bir cevaptır bu aslında.

Genç kadınlar ve erkekler
Her şey bir yana genci bu kadar bol bir ülkede yönetici olmak da zor zanaattır. Bir bakarsınız gençlik 68 ruhuna bürünüp, yumurta savaşlarıyla,  yanıp tutuşur. Bir de bakarsınız ki aynı gençlik cemaat disiplini içinde her daim itidalli bir halde örnek teşkil edip durur.  Kimisi taşkın, kimisi sessiz ama çoğunluğu bu ikisinin arasında nereye gideceğine dair şüphelerle dolu, orta yolcu bir halde koşturup durmakta.

Gençlik dünyanın her tarafında cıvıl cıvıl bir duyguyu sembolize ederken bu devasa demografik grubun tatmini zorlaşmakta, beklentilerde bir o kadar artıp durmaktadır. Gençlik, çocukluğun fantastik hayallerinden kurtulup, gerçekçi hayallerle tanışmanın da geçiş süreci olduğundan hayata dair hedefler koymanın da ilk dönemidir. Bu nedenle genç erkekleri ve kadınları, genel olarak erkek ve kadın kategorisi içinde görünmez olmaktan çıkarmak durumundayız.

Uzatılmış ergenlik ve dayanışma toplumu
100 yıl önce 15 yaşındaki genç, çocuk sahibi, iş güç sahibi ya da cephede asker, evde anne olan bir yetişkin sayılırken omuzlarında günümüze kıyasla kocaman bir yük vardı. Ama bugünün ortalama gençliği eğer üniversitede okuyorsa genellikle 30 yaşına yakın evlenerek 100 yıl önceki atalarından iki kat daha yaşlı olarak başlıyor sorumluluklarla dolu yeni hayata. Eğitimin giderek kitleselleşmesi ve süresinin uzaması, artan nüfus ve istihdam sorunu karşısında ortaya çıkan bu uzatılmış ergenlik süreci her kesimden gencin sırtına büyük bir yük yüklemekte.

Toplumumuzun hala dayanışma toplumu özelliklerini güçlü bir şekilde taşıyor olması, çocuklarımızı geleceğe hazırlamaktansa onlara bir gelecek hazırlama yanılgımızı hala kotarır bir vaziyette. Eski nesillerin erken yaşta çalışmaya başlaması, günümüze kıyasla geçmişteki tüketim kültürünün kıyaslanmayacak derecede zayıf olmasının tasarrufu veya yatırımı mecbur kılması bugün birçok gence reel ancak geçici bir aile sigortası olarak ulaşmış vaziyettedir.

Birçok olumlu gelişmeye genç nüfusun azınlığının imza atmasına karşın, bugün işsizlik, eğitimsizlik, şiddet ve madde bağımlılığı gibi toplumların yapılarını sekteye uğratan birçok olumsuz gelişmenin merkezinde de gençlik yer almaktadır. Gençlerin gelecek kaygılarındaki artış, fırsat eşitsizliği, mesleki eğitim noksanlığı gibi her türlü durum gençlik psikolojisi üzerinde negatif etkiler doğuran unsurlardır. Türkiye’nin genç nüfus yoğunluğu bir yanıyla demografik fırsat gibi gözükse de, bunun bir fırsat olup olmadığına karar vermek bu demografik kitlenin niteliğine ve katma değer yaratabilmesine bağlıdır.

Yeni Anayasa’da gençlik

Gençlerin sorunları ve beklentileri nelerdir sorusuna, kendi patriarkal düzenleri içindeki, 12 Eylül’ün post travmatik etkilerine maruz kalarak apolitikleşen jenerasyonlar karşısında cevval ancak parti büyükleri nazarında uslu evlat gibi durmaları beklenen siyasi parti gençlik organizasyonlarının beklentileriyle bakan karar vericilerin gençlik konusuna bütüncül gençlik politikaları geliştirerek dört elle sarılmaları gerekmektedir.

Gençliğin sorunlarını yazarak bitiremeyiz. Ülkeyi yönetenlerin gençlik sorunlarına karşı anayasal ve yapısal çözümlere daha fazla yönelmeleri gerekmektedir. Anayasa değişikliğinin tartışılacağı 12 Haziran sonrasındaki yasama döneminde “Gençlik ve Spor” başlığı altındaki gençlik ve spor kısmını ayırarak, gençliği kötü alışkanlardan ve cehaletten korumak gibi koruyucu atıflar ve ideolojik bir tanımlama yerine gençleri geleceğe hazırlamak, mesleki eğitimi özendirmek, her gencin resmi dilin yanı sıra ana dilini de öğrenme talebini görmezden gelmeyerek en az bir yabancı dil bilmesini sağlamak, gençleri bilişim teknolojilerinden mahrum bırakmamak, gençlik organizasyonlarının çatı kuruluşu olacak bir ‘ulusal gençlik konseyinin’ kurulmasına anayasal statü kazandırılarak gençliğin katılımının arttırılması ve kendi sorunlarına çözümler geliştirmelerini sağlamak gibi konu başlıklarıyla çağa ve gençlik beklentilerine uygun bir hale taşınmasının vs.. vakti gelmiştir. Bunu yaparken de şayet yeni bir anayasa yapılacaksa sembolik olarak yeni anayasanın 19. maddesinin ‘Gençlik’ başlığında olması da fena olmayacaktır.

Can Ozan Tuncer

http://www.radikalgenc.com/politika/19-mayislar-ve-genclik-2

Unutulan Gençlik

Siyasetçilerin oluşturduğu yapay gündem maddelerinin gündemdeki yoğunluğundan gençlerin konularına gelmekte bir hayli zorlanıyoruz. Gençleri çoğunlukla gündeme taşıyan olguların başını işsizlik çekmesine karşın son dönemde Anayasa Mahkemesi Başkanı’na yapılan yumurtalı saldırı ardından, Başbakan’ın protesto edilmesi ve bir üniversite etkinliğinde iktidar ve ana muhalefet partilerinin etkili temsilcilerinin protestoyla karşılaşmasını düşünmeden geçmemek gerekli.

Milli Eğitim sisteminin zorlu parkurlarını birer yarış atı gibi kademe kademe atlayarak, yüksek tahsil seviyesine ulaşmış gençlerin bu tip reaksiyonlarının ardındaki ruh halinin yansımalarını klasikleşmiş bir empati vurgusuyla ve sırt okşama pratiğiyle geçiştirme alışkanlığına sahip olan siyaset kurumunun, gençliği bugüne kadar hiç olmadığı yoğunlukta ve ansızın umursamasının vakti gelmiştir.

Katılımcılığa dair 12 Eylül ve 12 Eylül’ü doğuran çatışmaların huzursuzluğunu yaşamış ailelerin çocuklarının ve torunlarının hala çoğunluk olduğu bir ülkede kemikleşmiş  önyargıları yıkma sorumluluğunu üstlenecek mekanizmalara acil olarak ihtiyaç var. Özellikle taşra üniversitelerine kıyasla göreceli olarak ciddi bir özgürlük ortamına sahip ve kendilerini geliştirip daha rahat ifade edebilecekleri platformlara ulaşmada sıkıntı yaşamayan gençlerin yumurtalı ve sözlü protestolarını sadece ideolojik gerekçelerle ilişkilendirerek açıklama kolaycılığı da doğru bir yaklaşım değildir.

Gençlik cıvıl cıvıl bir duyguyu sembolize eder. Genç kitle içinde özellikle üniversite öğrencisi olanlar yeni düşüncelere ve farklılığa en açık olanlarıdır. Üniversite gençlerinin birçoğu devlet kapısında iş sahibi olmayı arzularken büyük çoğunluğunun sistemle herhangi bir çıkar ilişkisi olmamıştır. Bu nedenle bu kitle mezun olana kadar sistemi var olan şekliyle değil de kendi idealleri ve inançları doğrultusunda olması gereken şekliyle tasvir eder.

Bugün gelinen noktada hem iktidarın hem de muhalefetin üniversiteliler tarafından protesto ediliyor olması, dünyayı algılama çabasında olan gençlerin siyasetteki yokluğuna da değinmek adına önemli bir ortam sağlamaktadır. Milletvekili seçilme yaşının pratikte hala sembolik bir anlam ifade etmesine karşın 25’e düşürüldüğü gerçeğini göz önünde bulundurarak gençlik kollarının siyasetteki işlevsizliğini gözden kaçırmamak gerekli.

Gençlik kolları adı verilen siyasi parti yapılanmalarının gençlik politikalarının şekillenmesinde ve gençlerin siyasete katılmasında işlevsiz bir görüntü sergiliyor olması gençliğe verilen değerin önemli bir göstergesidir. Teknolojiyi iyi kullanabilen, yabancı bir dille en azından tanışık olan, gelişime açık, yaratıcı fikirlere sahip olan bu kitlenin “ daha dünkü çocuk” yaklaşımıyla  siyaset kurumunun dışına itilmesi ve bireysel bazda sadece bir oy olarak değerlendirilmesini terketmenin zamanı geldi ve geçmekte.

Her birey veya kitle olaylar karşısında olgun bir davranış gösteremeyebilir. Taşra üniversitelerinde yapılan benzeri bir toplantıda bir öğrencinin tepkisini dile getirirken yutkunma zorluğu çektiğine, ellerinin titrediğine ve yanaklarının kızardığına şahit olursunuz. Eğer salondan büyük bir alkış gelirse desteklenir ve rahatlar, oflama sesleri ve fısıltılar yükselirse konuşmasını uzatmaması gerektiğini anlar.

Metropol üniversitelerindeki bu tip tepkilerin taşra üniversitelerine yansıması da kuvvetle muhtemeldir. Genel seçim zamanının da yaklaştığını ve seçim çalışmaları döneminde üniversitelerinde açık olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak siyasetçileri ve polisleri zor bir dönem bekliyor olabilir. Gençlerin tepkilerinin popüler bir sembolü olan yumurtayı, gençliğin temsilde adalet arayışının yeni bir formu olarak da değerlendirmeliyiz.

Öyle görünüyor ki bunun için yumurtalı gençler çocukluklarından gelen “Sepet Sepet Yumurta, Sakın Beni Unutma” tekerlemesini dayanak olarak ele alıp seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Yumurtayla başlayan ve şemsiyenin devreye girmesiyle geçiştirilmeye çalışılan bu sürecin, taş-sopa ve karşıtı olan biber gazı-jop ikililerinin buluşma alanına dönüşmesine engel olmak gerekiyor. 

Gençler bu ülkenin demografik çoğunluğu olarak kendileri gibi düşünen, giyinen, aynı müzikleri dinleyen, aynı dizileri izleyen, gerektiğinde takım elbise giyip gerektiğinde yırtık kot pantolon giyebilen çok sayıda kendi akranları tarafından cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin temsil edilmeyi hak ediyorlar. Siyaset kurumunun gerektiğinde isyan edebilen ve sisteme direnen gençleri içine dahil etmeme yanlışında diretmesi, yarının ebeveynleri ve yaşlıları olacak gençlerin kendilerinin ve kendilerinden sonraki nesillerin geleceklerini belirleyebilmeleri adına önemli bir fırsatın yitirilmesi olacaktır. Maalesef mevcut fotoğrafa baktığımızda Türk siyasetindeki temsilin demografik boyutu bir kuşak çatışmasını andırmakta ve demografik gruplar arasındaki paralel toplum sorununu derinleştirmektedir.

Can Ozan TUNCER

İçimizdeki Mülteciler



Bizlerle beraber aynı havayı soluyup, aynı sokakları ve caddeleri paylaşan ve aramızda yaşadıkça hayata tutunmanın ilk yolunun bizlere benzemekten geçtiğini bilen binlerce insan var göremediğimiz. Hukuki statüleri ister mülteci ister sığınmacı olsun fark etmez, insanların yabancı gözüyle baktığı, devletin çok zor görebildiği, siyaset kurumunun ivedilikle görmesi gereken, halk arasında mülteci denilen insanlardan bahsediyoruz.

Dörtnala gelerek Afrika’dan, Asya’dan ve Ortadoğu’dan, batıya doğru bir kısrak başı gibi uzanan Anadolu’nun umuduna sığınmış, görünmez insanlar olan mültecilerin dramı aslında hepimizin paylaşması gereken bir acıdır. Bu coğrafyaların tüm zorluklarını aşarak sağ salim kendini Türkiye’ye atanlar bu insanların ilk etapta şanslı olanlarından.

Vatansız Hemşeriler

Van’da sayıları 3 bini aşan ve burayı emanet vatan bellemiş özvatansız kalmış insanlarla beraber aynı şehirde yaşayan Vanlılardan biri olarak, onlar için yeni  bir şeyler yapılması gerektiğine inanan ve bunun içinde onların varlığını içselleştirmiş olmanın rahatlığına kapılmamaya gayret edenlerdenim.

Hepsinin yürekleri en az bir serçe kadar hassas, modernizmin esintisinin uğramadığı topraklardan gelip aramıza karışıp, son derece saygılı, hatırşinas ve gelecek adına ise dünyanın en kaygılı ama çoğunlukla şükürdar olan kitlesinden bahsediyoruz bir taraftanda. Bizden çok farklı dilleri konuşan, yer yer çekik gözlü, sarı tenli, kendi aralarında sessizce konuşan ve dışarıda toplu halde görmekte zorlanacağımız bu insanlar aynı şehirde ikamet ettiğimiz için geçici dahi olsa birçoğumuzun hemşerisi aslında.

Hepsinin ayrı ayrı hikâyeleri var. Neden ve niçin geldiklerinin detayını öğrenmeye kalkmak çok büyük bir zaman alır. İnsanın en önemli amacı yaşamını devam ettirebilmektir. Biliyoruz ki topraklarından fırtınalarla, sellerle sökülüp gelmiş bu insanlar, bizim topraklarımızı bir liman olarak belirlemişler ve onlarda en azından öncelikli olarak “nasıl” sorusuna tam olarak cevap veremeden bizimle beraber yaşamlarını devam ettirme gayretindeler.

Mültecilere el uzatma vakti

Yetenekleriyle, zekâlarıyla yıllarını geçirdikleri şehirde körelip gitmenin, eğitim alamamanın, devlet tarafından varlıklarının kabul edildiği ama herkes tarafından yokmuş gibi davranılan bu hemşerilerimize Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi, diplomatik ve ekonomik istikrar sürecinde sımsıkı bir el uzatmanın vakti gelmedi mi?

Osmanlı İmparatorluğu bakiyesini devralmış, dış politikasında “Sulh” ilkesini, benimsemiş ve ileri diplomasi hamlesini “komşularla sıfır sorun“ konsepti üzerine oturtmaya çalışan ve bu yolda kararlı adımlar atan Türkiye’nin kendi vatandaşlarına komşuluk eden Mülteciler için yapması gereken çok şey var aslında.

Özellikle İktidar partisi açısından uzunca süredir yüksek sesle vurgulanan ve siyasi söylevlerin bir özeti haline gelmiş olan “Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü” şiarını tam anlamıyla Anadolu’yla yeniden özdeşleştirmenin yolu Mültecilerden geçmektedir. Bu noktada iktidar partisiyle beraber muhalefet partilerine de, insan hakları konusunda duyarlılık seviyesi yüksek ve mülteci hakları konusunda çalışan organizasyonlara çalıştaylar gerçekleştirmeleri karşılıklı duyarlılıklardan ziyade çapraz duyarlılıklarını geliştirmeleri gerekmektedir.

Burada düşülmemesi gereken yanılgı ise, önce bana oy veren kendi vatandaşımın sorununa eğileyim, banane elin mültecisinden düşüncesine kapılmamak olmalıdır. Gözleri pırıl pırıl parlayan mülteci çocuklarının sokaklarda oyun oynayarak öğrenmeye çalıştıkları yarım yamalak şiveli Türkçe ve Kürtçe konuşmalarına şahit olduğunuz zaman belki de bu satırların ne anlama geldiğini daha iyi anlamış olacaksınız.

Onlar aramızdalar, içimizdeler ve gidecekleri güne kadar nereden gelirlerse gelsinler kendileri gibi değil bizim gibi olmak çabasındalar. Yaşadıkları tüm acılara rağmen hayata tutunma çabalarına bir hemşerileri olarak şahit olmak benim için güçlü bir enerji kaynağı. Yarın hangi ülkeden kabul alacağını bilmeden, sınır dışı edilme korkusuyla, yoksulluk içinde, devletin ilaç, gıda ve yakacak yardımlarından da ihtiyaçlarını karşılayacak kadar olmasa da istifade eden, hayırseverlerin, dernek ve vakıfların destekleriyle var olmaya çalışan bu insanlarla biraz Afgan, biraz Fars, biraz Pakistanlı olabilme şansına erişenlerdenim.

Örnek ülke Türkiye

Türkiye’nin Mülteciler üzerinden dünyaya önemli bir mesaj vererek örnek ülke olması gerekiyor. Türkiye’ye iltica ederek sığınmacı statüsü kazanmış kişilerin burada daha onurlu bir misafirlik dönemi geçirebilmeleri için becerilerinden istifade edilmeli ve evrensel insan hakları beyannamesinin gereklilikleri doğrultusunda yaklaşımlar geliştirilmesi gerekmektedir. Bunu yaparken de Türkiye’yi bir sığınma kampına dönüşeceği korkusuna kapılmamalıyız. Unutulmamalıdır ki bugün dahi Suriye sınırındaki olaylara ve sonrasındaki diplomatik sürece baktığımızda, Türkiye bölgesinde ilticayı var eden sorunlara karşı inisiyatif alan bir ülke konumuna gelmiştir.

Bu kadar çok komşusu olan bir ülke olarak iltica Türkiye’nin bir gerçeği olmaya devam edecektir. Bu ve olası iltica dalgaları Türkiye’yi bölgesindeki istikrarsızlığın giderilmesi ve lider ülke olma iddiasında çoklu ve çapraz duyarlılıklar geliştirerek inisiyatif alması hususunda ivmelendirecek önemli bir unsurdur. Bunu yaparken de ilk başta gelenekselleşen Türkçe olimpiyatlarında yabancı çocukların Türkçe eforlarını alkışlayan devlet erkânımız ve ülke kamuoyu için aramızda yıllarca yaşayıp ta Türkçe öğrenemeyen mültecileri medya üzerinden görünür kılmamız gerekiyor.

Mültecilere Misafir Sigortası

Mültecileri yok saymadan ve görmezden gelmeden devlet ve millet olarak kaçınmalıyız. Onlara aramızda yaşadıkları sürece “misafir sigortası” yaparak sosyal güvenliklerini sağlamalı onları da en azından bir yeşil kart veya benzeri bir güvencenin sahibi yapmalıyız. Çocukların eğitim ve öğretimleri konusunda İl milli eğitim müdürlüklerini yetkilendirerek müfredatımızı bu misafirlerimiz için derinleştirmeliyiz. Ayrıca üniversite okuma hakkı tanıyarak, yetenekleri yine bir sınava tabi tutulmak şartıyla ortaya çıkarılmalı ve yabancı öğrenci statüsünde yüksek öğretim hakkı tanımalıyız. İş imkânlarına erişimleri için İş ve İşci bulma kurumu da bu konuda yetkilendirilmeli ve yasal çalışma hakkı verilmelidir. En önemlisi ise mültecilerin yeteneklerinden istifade edilmesidir bunun içinde bu konuda çalışan uzmanlardan oluşan bir heyete yapılacak başvuruların değerlendirilmesi ve bu yeteneklerin körelmesine maniolacak ve toplumsal faydaya dönüşmesinin yolunu açacak yarı resmi kurumların oluşturulmasıdır.

Türkiye’nin önünde dünyaya rol model olabileceği, 2023 vizyonunu evrenselleştirebileceği, uluslararası camiada statüsünü arttırabileceği önemli bir şans bulunmakta. Hem mülteciler adına, hem de insanlık adına…